- 19 Mar 2017
- 42
- 0
Atatürkün okumayı çok sevdiği ve özellikle de tarih araştırmaya olan merakı bilinen bir gerçektir[27]. Atatürkün sofrasının vazgeçilmesi ve çok yakın arkadaşı olan Kılıç Ali[28] Atatürkün Türk tarihini, özellikle de Selçuklu tarihini çok iyi incelediği ve çevresindekilere Türk tarihi konusunda bilgi verdiğini ve Türklerin yaşadığı felaket*lerin nedenlerini anlattığını belirtmektedir. Türk tarihi konusunda bu kadar derin bilgi sahibi olan bir insanın Türk cihan hakimiyeti ülküsü hakkında fikir sahibi ol*maması düşünülemez. Bu ülküyü gerçekleştirmek en azından temelini oluşturmak için Türkiye Cumhuriyetini çağdaş uygarlıklar seviyesinin üstüne çıkarma hedefini koymuştur. Bu hedefi gerçekleştirme düşüncesi öteki ile yok edici bir ilişkiyi
seçmemesine, yıkıcı bir lider olmamasına, karizmatik kişiliğinin onarıcı olmasına vesile olduğu gibi, Türk milleti tarafından da neden olmuş ve bağımsızlık savaşı veri*len Avrupaya karşı nefret uyanmamıştır. Yalnız Türkler, cumhuriyetin ilk yıllarında kötüleri dışsallaştırma için, Arapları ve Osmanlıları kullanmışlardı. Bunun altında yatan neden ise Osmanlının son dönemlerinde her alanda bozulması ve can çekişti*ği son dönemlerinde, Arapların İngilizlerle ve diğer bazı devletlerle işbirliği yaparak Osmanlıya karşı isyan ve sözde bağımsızlık hareketleriyle bağlı bulundukları Müs*lüman devlete karşı gayrimüslim düşmanları tercih ettikleri düşüncesiydi.
Atatürk ilke ve inkılapları, bilhassa Anadolu halkı olmak üzere, Türk milli ka*rakterinin onca savaş, yıkım ve felaket sonrasında ihtiyacı olan maddi ve manevi unsurları diriltmeyi temel almıştır.Lozan Antlaşmasından önce Atatürk tarafından İzmirde ilki gerçekleştirilen Türkiye İktisat Kongresi, Anadoludaki Türk maddi kimliğinin canlanması ve re*fah seviyesine ulaşması hedefini esas almıştı. Atatürke göre, maddi yani iktisadi bağımsızlık, gerçek bağımsızlıktı. Dönemin şartlarına binaen, Anadolunun iktisa*di kalkınması da toprağa bağlıydı. Çünkü sanayi yoktu. Türk kimliği batılı ve diğer toplumlarca ancak bu şekilde aşağılanmaktan kurtarılacaktı. Atatürk, okuduğu birçok eserde de bu gerçeği görmüş[29] ve çözüm yoluna gitmişti.
24 Temmuz 1923te Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan sonra bağımsızlığı*nı elde eden Türk devleti ve halkının devraldığı miras, her alanda harabeden iba- | retti. Son dönem Osmanlı Devletinde yapılan diğer savaşların haricinde özellikle son sekiz yılı cephelerde geçirmiş olan Türkler, milyonlarca soydaşını cephelerde yitirmişti. Ülke, yüzyılların ihmali ve savaş nedeniyle yanmış, yıkılmış ve harap olmuştu[30]. Osmanlıdan devralınan miras döneminde ülkenin nüfusu 12 milyon civarında olup, bunların yaklaşık yüzde 7si okur-yazardı. Toplumun eğitim bakı*mından kaydadeğer olamayan kadın kesiminde ise bu oran yüzde 1in altındaydı. Tarım, insan ve hayvan gücüne dayalı olup, ilkel yöntemlerle yapılmakta ve sanayi yok denecek seviyedeydi. Madenlerin büyük çoğunluğunun, liman ve demiryolla*rının işletmesi yabancıların elindeydi. Kişi başına düşen gelir, bu dönemde 4 lira idi[31]. Bunların yanı sıra Osmanlıdan devralınan ve ülkeyi ciddi derecede sıkıntıya düşüren borçlar vardı.
Savaş yıllarının bitiminde Atatürk, millete yeni bir ruh vermek, kaybolmaya yüz tutan milli kimliği ve kimlik bilincini yeniden tesis etmek amacıyla çalışmala*ra başlamıştı. Bu yeni ruh ve özgün zihniyetle, Atatürk önderliğindeki Türk milleti ülkesini kalkındırmak için yoğun bir çabanın içine düşmüştü.
Türk milletini yok olma derecesine getiren ve maddi-manevi alanda çok yönlü bir buhrana sürükleyen idare anlayışı, 1 Kasım 1922de saltanatın kaldırılmasıyla son bulmuştu[32]. Yerine, idarenin milletin seçtiği vekiller aracılığıyla ve meclis eliy*le sağlanması için 29 Ekim 1923te cumhuriyet düzeni getirildi.Balkan uluslarının 19. yüzyılda isyan ederek Osmanlıdan kopması üzerine bu topraklarda yaşayan Müslüman tebaanın mallarını korumak amacıyla, padi*şah, siyaseten Avrupalılara karşı daha güçlü bir konum edineceği ve Arapların da isyanına engel olacağı düşüncesiyle, halife unvanını kullanmaya başlamıştı. Bu milletlerin Osmanlı Devletinden kopmaya başlaması üzerine Osmanlıcılık akı*mı savunulmaya başlanmıştı. İçinde Türklerin de bulunduğu Müslüman tebaa, bu durum karşısında kimliğini tehdit altında hissetmiş ve Müslüman kimliğine daha çok sarılmıştı. Ortaylıya göre[33], bunun sonucunda; Osmanlı topraklarında daha önce hiç olmayan dini taassup belirmişti. Bu dini taassubun büyük grup psikolo*jisini ilgilendiren bir boyutu da vardı. Kayıp tehdidi altındaki Müslüman Osmanlı Türkleri regresif bir duruma bağlı olarak, Müslümanlığa daha da kilitlenmiş ola*bilirler. Yalnız dinsel kimlik değil, Türk etnik kimliğinin de bu dönemde belirgin*leşerek varlığını hissettirmesi toplumsal regresyonla ilişkilidir. Bu dini tutuculuğu kaldırmak ve hedefe daha hızlı gidebilmek için 3 Mart 1924te halifelik kurumu kaldırıldı[34]. Çünkü artık yeni bir ülke doğmuş ve çağdaş uygarlık umudu içindeki cumhuriyetin dinsel kimliğini öne çıkarma ihtiyacı azalmıştı. Osmanlı Devletinde 19. yüzyıla kadar medrese eğitimi verilmekte ve bu ku*ramlarda, duraklama devrinden sonra pozitif bilimler terk edilerek sadece dini eğitim verilmeye başlanmıştı. Tarih dersi olarak İslam Tarihi ve Osmanlı Tarihi[35]anlatılmış ve bu da Türk ulusal bilincinin ve kimliğinin gelişememesine sebep ol*muştu. Tanzimat ile batılı anlamda okullar açılmış ve eğitim vermeye başlanmışsa da medreselere dokunulmamıştı. Bu durum, eğitimde ikicikli bir yapının doğ*masına neden olmuştu. Medrese eğitimi alanlar, tehdit altında hissettikleri kim*liklerini gitgide daha fazla benimseyerek her türlü yenilik çaba ve girişimlerinin karşısında durmuşlar, engel olmaya çalışmışlar ve bu yolda çeşitli ayaklanmalara sebebiyet vererek çağdaşlaşmanın önünde büyük bir engel teşkil etmişlerdi. Ancak 3 Mart 1924te medreseler kapatılarak eğitim ve öğretim birliği sağlanmış, sonraki aşamada ise Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bu birlik pekiştirilmiştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunundan önceki kontrolsüz dini eğitim sürecinde ge*lişen diğer sosyal bozukluk kökenli olaylar, toplumdaki yansımaları itibarıyla bugüne dek süren olumsuzluklar doğurmuştu. Sözkonusu süreçte bazı kimseler, dağılmakta olan Osmanlı Devletinin kontrol mekanizmasını sağlayamama zaa*fından yararlanıp, dini eğitimi geçim kaynağı olarak görmüş ve yetersiz oldukları halde din bilgisi öğretmenliği yaparak maddi-manevi açıdan kazanımlar peşine düşmüşlerdi. Bu tür olayların kahramanları genellikle en eğitimsiz kesim olan ve maneviyata düşkün olan nüfusun yaşadığı kırsal bölgeleri; belde, köy ve mahalle*leri geçim merkezi olarak seçmişlerdi. Bunun sebebi ise; eğitimsiz kesimin daha kolay kontrol altına alınabileceği gerçeğiydi. Ayrıca, hali hazırda bu tür yerlerde, eğitime olan açlığın yarattığı boşluk da bu sebebe destek oluyordu. İşin ehli olma*yan kimselerin din bilgisi öğretmenliğini yalnızca geçim kaynağı olarak tercih etmedikleri, bunun yanı sıra savaş zamanlarında can kurtarıcı bir meşgale olarak görüp, bu işe giriştikleri de ara seyrek olarak gelişen bir durumdu. Savaş altındaki bölgelerden kaçarak ücra köylere çıkıp, kendisini din hocası olarak tanıtan ve kabullendiren sözkonusu kimseler, Anadoludaki eski ve köklü geleneklere binaen arazi ve gıdası halkça sağlanarak köyün varlıklı isimleri arasında adı anılır hale ge*liyorlardı. Bununla birlikte, halktan hocalık küresi ile gerek unvan gerekse insani açıdan büyük saygı görüyorlardı.
Bu gidişatın bilinçsiz halkı ezdiği ve yozlaştırdığı bir gerçekti. Çünkü işin ehli olmayan kimseler kendilerini maddi ve manevi bakımdan tatmin etmek maksatlı hareketle, din eğitimini şekilci, katı ve akli sorgulamadan uzak bir biçimde veri*yorlardı. Bu genel dezenformasyon ortamında, elbette ki, din adına öğrettikleri olumlu şeyler de vardı.
Sözkonusu kimselere de toplumca geleneksel saygın unvanlar veriliyordu: Molla, hoca, derviş, şeyh, vs.[36] Pozitif ilimlerde geri kalmışlığın ve İslam dinini eksik ve yanlış bir biçimde öğrenmişliğin farkındalığı ile, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde; halifeliğin kaldırılması, beşik ulemalığının kaldırılma*sı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Soyadı Kanununun yürürlüğe girmesi ve benzer anayasal değişikliklerle bunların desteklenmesi sonucunda Türk toplumu arasın*da kadın ve erkek ayrımına gitmeden, insanlık onuruna yakışır bir biçimde her alanda kanuni eşitlik sağlandı. Atatürk ilkelerinden biri olan Halkçılık, kurulan yeni düzeni garanti altına aldı.
Mustafa Kemal Atatürkün Elmalılı Hamdi Yazıra Kuran-ı Kerimin Türkçe mealini yazdırması, bu dönemde din alanında önemli bir yenilik olmuştu. Bu sü*reçte yapılan önemli yeniliklerden biri de Diyanet İşleri Başkanlığının kurulma*sıydı. Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığına; çalışmalarının Maturidilik[37] doğrul*tusunda olması gerektiği talimatını vermişti. Cumhuriyetin kurulmasıyla, ulusal devlet anlayışının sonucu olarak, Türklerin genelince; dinin yorumlanmasında akla çok önem verilmesi, dini yaşama biçiminde hoşgörüyü savunması nedeniyle benimsenen Maturidiliğe, ilerleyen süreçte yeniden ilgi gösterilmişti. Bu dönemde hazırlanan ilmihal kitapları ve din görevlileri için hazırlanan el kitaplarında fıkıh*ta mezhebimiz Hanefilik, itikatta Maturidilik, cümlesi yer almaktaydı[38].
19. yüzyıl başlarındaki batılılaşma çabaları sonucunda II. Mahmut, devlet me*murlarına fes giymesi emrini vermişti[39]. İlk zamanlarda, toplumda büyük tepkiler çeken fes, sonraki süreçte tedricen benimsenmiş ve bugüne kadar Osmanlıların simgesi olarak damgasını vurmuştur. İlk zamanlarda fes vb. batı tarzı yenilikler yapmasından dolayı II.Mahmuta, batılı, gavur diyen toplum, sonraki aşamalarda fesi içlerine sindirerek kabullenmiş ancak bu defa; festen şapkaya geçişte Mustafa Kemal Atatürkü batı hayranı olarak nitelendirmişlerdi. Tıpkı batıdan alınan fes gibi, şapka da sahiplenilmiş; hatta Anadolu köylüsünün simgesi haline gelmiştir. Toplum psikolojisi açısından yenilikleri hemen benimseyememe, kabullenince de bırakamama gibi sendromlar, kalkınamamış ve kalkınmakta olan ülkelerde yeni*lik ve ani değişim süreçlerinde sıkça yaşanır.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin Osmanlı ve yanlış yorumlanan oo İslamla bağını koparma, diğer bir ifadeyle kötüleri dışsallaştırmadan kimlikten atma düşüncesindeyd[40]. Aynı zamanda, çağdaşlık ülküsünü hem simgesel hale getirmek(bizlik bilincini oluşturmak için uygun hedef) hem de bu ülkünün iç*selleştirilerek kimliğin bir parçası haline gelmesini ve ağır bir şekilde yaralanan Türk imgesini düzeltmek istemekteydi. Bu amacı, en tutucu yer olarak bilinen Kastamonunun İnebolu ilçesindeki Türk Ocağı binasında, 24 Ağustos 1925te yaptığı konuşmasında özetle, şu şekilde dile getirmişti[41]:
Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı uygardır. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, düşüncesiyle ve baştan aşağı görünüşüyle de uygar ve gelişmiş insanlar olduklarını göstermek zorundadır.
Mustafa Kemal Atatürkün karizmatik kişiliği, buradaki insanların tepkilerini engelleyerek, konuşmalarını coşkuyla dinlemelerini ve şapkayı benimsemelerini sağlamıştı. Önce memurların daha sonra da tüm vatandaşların şapka giymesi için yasa çıkarıldı(25 Aralık 1925).
Çağdaşlaşmanın önünde büyük engeller teşkil eden ve dinle ilgisi olmayan fe*satçılığın, çıkarcı ve vurgunculuğun yapıldığı, uyuşukluğun merkezi haline gelmiş olan ve Türk imgesini hem Türk milletinin hem de Batılıların gözünde yaralayan tekke ve zaviyeler, yukarıda anlatılan gerekçelerle 30 Kasım 1925te kapatılmıştı.
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını çağdaş ve batılı anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır, di*yen Atatürkün[42] önderliğinde; 17 Şubat 1926da İsviçreden alınan Medeni Kanun, 1 Mart 1926da İtalya Ceza Kanunundan çevrilen Türk Ceza Kanunu(değiştirilmiş), | 22 Nisan 1926da Borçlar Kanunu, 29 Mayıs 1926da Ticaret Kanunu ve İcra ve İflas Kanunu 24 Nisan 1929da meclisten geçerek yasalaştırılmıştı. Bu yasaları uygula*mak için hukukçular yetiştirmek amacıyla bugünkü Ankara Hukuk Fakültesinin temeli olan Ankara Hukuk Okulu kurulmuş ve 1925te öğrenime açılmıştı.
Türkiye Cumhuriyetini çağdaş uygarlıklardan üstün kılmayı amaç edinen Mustafa Kemal Atatürk, bu büyük ülküsünü gerçekleştirmek için ciddi çabalar göstermişti. Bu hedefe ulaşmanın süre ve fiiliyat açısından uzun ve epey zor oldu*ğunun bilincinde olan Atatürk, sözkonusu soyut ülküsünü somut hale getirerek, 1930lu yıllarda evlat edindiği kız çocuğuna[43] Ülkü adını vermişti. Kılıç Ali[44]; Atatürkün Ülküyü çok sevdiğini, sabahları uykudan kalkar kalkmaz onu sordu*ğunu ve saatlerce onunla ilgilendiğini, onu yanından hiç ayırmayarak gittiği her yere götürdüğünü ve Ülkünün, Atatürkün neşe kaynağı olduğunu anlatmaktadır.
Çok küçük yaşta evlat edindiği ve ismini kendi ürettiği bir kelime olan Ülküyü koyduğu bu kız çocuğu, Atatürkün ülküsünün vücut bulmuş halidir. Düşünsel ül*küsünü dışsallaştırdığı fiziksel Ülküdür. Ülkünün mutlak olması, yavaş yavaş büyü*mesi, Atatürkün de soyut ülküsünün yavaş yavaş gerçekleştiği anlamına gelmekte, o da bundan mutlu olmaktaydı. Diğer bir ifade ile Ülkü yavaş yavaş gelişen ve uy*garlığa doğru yol alan ve bu nedenle mutlu olan Türk milletini temsil etmektedir.
seçmemesine, yıkıcı bir lider olmamasına, karizmatik kişiliğinin onarıcı olmasına vesile olduğu gibi, Türk milleti tarafından da neden olmuş ve bağımsızlık savaşı veri*len Avrupaya karşı nefret uyanmamıştır. Yalnız Türkler, cumhuriyetin ilk yıllarında kötüleri dışsallaştırma için, Arapları ve Osmanlıları kullanmışlardı. Bunun altında yatan neden ise Osmanlının son dönemlerinde her alanda bozulması ve can çekişti*ği son dönemlerinde, Arapların İngilizlerle ve diğer bazı devletlerle işbirliği yaparak Osmanlıya karşı isyan ve sözde bağımsızlık hareketleriyle bağlı bulundukları Müs*lüman devlete karşı gayrimüslim düşmanları tercih ettikleri düşüncesiydi.
Atatürk ilke ve inkılapları, bilhassa Anadolu halkı olmak üzere, Türk milli ka*rakterinin onca savaş, yıkım ve felaket sonrasında ihtiyacı olan maddi ve manevi unsurları diriltmeyi temel almıştır.Lozan Antlaşmasından önce Atatürk tarafından İzmirde ilki gerçekleştirilen Türkiye İktisat Kongresi, Anadoludaki Türk maddi kimliğinin canlanması ve re*fah seviyesine ulaşması hedefini esas almıştı. Atatürke göre, maddi yani iktisadi bağımsızlık, gerçek bağımsızlıktı. Dönemin şartlarına binaen, Anadolunun iktisa*di kalkınması da toprağa bağlıydı. Çünkü sanayi yoktu. Türk kimliği batılı ve diğer toplumlarca ancak bu şekilde aşağılanmaktan kurtarılacaktı. Atatürk, okuduğu birçok eserde de bu gerçeği görmüş[29] ve çözüm yoluna gitmişti.
24 Temmuz 1923te Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan sonra bağımsızlığı*nı elde eden Türk devleti ve halkının devraldığı miras, her alanda harabeden iba- | retti. Son dönem Osmanlı Devletinde yapılan diğer savaşların haricinde özellikle son sekiz yılı cephelerde geçirmiş olan Türkler, milyonlarca soydaşını cephelerde yitirmişti. Ülke, yüzyılların ihmali ve savaş nedeniyle yanmış, yıkılmış ve harap olmuştu[30]. Osmanlıdan devralınan miras döneminde ülkenin nüfusu 12 milyon civarında olup, bunların yaklaşık yüzde 7si okur-yazardı. Toplumun eğitim bakı*mından kaydadeğer olamayan kadın kesiminde ise bu oran yüzde 1in altındaydı. Tarım, insan ve hayvan gücüne dayalı olup, ilkel yöntemlerle yapılmakta ve sanayi yok denecek seviyedeydi. Madenlerin büyük çoğunluğunun, liman ve demiryolla*rının işletmesi yabancıların elindeydi. Kişi başına düşen gelir, bu dönemde 4 lira idi[31]. Bunların yanı sıra Osmanlıdan devralınan ve ülkeyi ciddi derecede sıkıntıya düşüren borçlar vardı.
Savaş yıllarının bitiminde Atatürk, millete yeni bir ruh vermek, kaybolmaya yüz tutan milli kimliği ve kimlik bilincini yeniden tesis etmek amacıyla çalışmala*ra başlamıştı. Bu yeni ruh ve özgün zihniyetle, Atatürk önderliğindeki Türk milleti ülkesini kalkındırmak için yoğun bir çabanın içine düşmüştü.
Türk milletini yok olma derecesine getiren ve maddi-manevi alanda çok yönlü bir buhrana sürükleyen idare anlayışı, 1 Kasım 1922de saltanatın kaldırılmasıyla son bulmuştu[32]. Yerine, idarenin milletin seçtiği vekiller aracılığıyla ve meclis eliy*le sağlanması için 29 Ekim 1923te cumhuriyet düzeni getirildi.Balkan uluslarının 19. yüzyılda isyan ederek Osmanlıdan kopması üzerine bu topraklarda yaşayan Müslüman tebaanın mallarını korumak amacıyla, padi*şah, siyaseten Avrupalılara karşı daha güçlü bir konum edineceği ve Arapların da isyanına engel olacağı düşüncesiyle, halife unvanını kullanmaya başlamıştı. Bu milletlerin Osmanlı Devletinden kopmaya başlaması üzerine Osmanlıcılık akı*mı savunulmaya başlanmıştı. İçinde Türklerin de bulunduğu Müslüman tebaa, bu durum karşısında kimliğini tehdit altında hissetmiş ve Müslüman kimliğine daha çok sarılmıştı. Ortaylıya göre[33], bunun sonucunda; Osmanlı topraklarında daha önce hiç olmayan dini taassup belirmişti. Bu dini taassubun büyük grup psikolo*jisini ilgilendiren bir boyutu da vardı. Kayıp tehdidi altındaki Müslüman Osmanlı Türkleri regresif bir duruma bağlı olarak, Müslümanlığa daha da kilitlenmiş ola*bilirler. Yalnız dinsel kimlik değil, Türk etnik kimliğinin de bu dönemde belirgin*leşerek varlığını hissettirmesi toplumsal regresyonla ilişkilidir. Bu dini tutuculuğu kaldırmak ve hedefe daha hızlı gidebilmek için 3 Mart 1924te halifelik kurumu kaldırıldı[34]. Çünkü artık yeni bir ülke doğmuş ve çağdaş uygarlık umudu içindeki cumhuriyetin dinsel kimliğini öne çıkarma ihtiyacı azalmıştı. Osmanlı Devletinde 19. yüzyıla kadar medrese eğitimi verilmekte ve bu ku*ramlarda, duraklama devrinden sonra pozitif bilimler terk edilerek sadece dini eğitim verilmeye başlanmıştı. Tarih dersi olarak İslam Tarihi ve Osmanlı Tarihi[35]anlatılmış ve bu da Türk ulusal bilincinin ve kimliğinin gelişememesine sebep ol*muştu. Tanzimat ile batılı anlamda okullar açılmış ve eğitim vermeye başlanmışsa da medreselere dokunulmamıştı. Bu durum, eğitimde ikicikli bir yapının doğ*masına neden olmuştu. Medrese eğitimi alanlar, tehdit altında hissettikleri kim*liklerini gitgide daha fazla benimseyerek her türlü yenilik çaba ve girişimlerinin karşısında durmuşlar, engel olmaya çalışmışlar ve bu yolda çeşitli ayaklanmalara sebebiyet vererek çağdaşlaşmanın önünde büyük bir engel teşkil etmişlerdi. Ancak 3 Mart 1924te medreseler kapatılarak eğitim ve öğretim birliği sağlanmış, sonraki aşamada ise Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bu birlik pekiştirilmiştir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunundan önceki kontrolsüz dini eğitim sürecinde ge*lişen diğer sosyal bozukluk kökenli olaylar, toplumdaki yansımaları itibarıyla bugüne dek süren olumsuzluklar doğurmuştu. Sözkonusu süreçte bazı kimseler, dağılmakta olan Osmanlı Devletinin kontrol mekanizmasını sağlayamama zaa*fından yararlanıp, dini eğitimi geçim kaynağı olarak görmüş ve yetersiz oldukları halde din bilgisi öğretmenliği yaparak maddi-manevi açıdan kazanımlar peşine düşmüşlerdi. Bu tür olayların kahramanları genellikle en eğitimsiz kesim olan ve maneviyata düşkün olan nüfusun yaşadığı kırsal bölgeleri; belde, köy ve mahalle*leri geçim merkezi olarak seçmişlerdi. Bunun sebebi ise; eğitimsiz kesimin daha kolay kontrol altına alınabileceği gerçeğiydi. Ayrıca, hali hazırda bu tür yerlerde, eğitime olan açlığın yarattığı boşluk da bu sebebe destek oluyordu. İşin ehli olma*yan kimselerin din bilgisi öğretmenliğini yalnızca geçim kaynağı olarak tercih etmedikleri, bunun yanı sıra savaş zamanlarında can kurtarıcı bir meşgale olarak görüp, bu işe giriştikleri de ara seyrek olarak gelişen bir durumdu. Savaş altındaki bölgelerden kaçarak ücra köylere çıkıp, kendisini din hocası olarak tanıtan ve kabullendiren sözkonusu kimseler, Anadoludaki eski ve köklü geleneklere binaen arazi ve gıdası halkça sağlanarak köyün varlıklı isimleri arasında adı anılır hale ge*liyorlardı. Bununla birlikte, halktan hocalık küresi ile gerek unvan gerekse insani açıdan büyük saygı görüyorlardı.
Bu gidişatın bilinçsiz halkı ezdiği ve yozlaştırdığı bir gerçekti. Çünkü işin ehli olmayan kimseler kendilerini maddi ve manevi bakımdan tatmin etmek maksatlı hareketle, din eğitimini şekilci, katı ve akli sorgulamadan uzak bir biçimde veri*yorlardı. Bu genel dezenformasyon ortamında, elbette ki, din adına öğrettikleri olumlu şeyler de vardı.
Sözkonusu kimselere de toplumca geleneksel saygın unvanlar veriliyordu: Molla, hoca, derviş, şeyh, vs.[36] Pozitif ilimlerde geri kalmışlığın ve İslam dinini eksik ve yanlış bir biçimde öğrenmişliğin farkındalığı ile, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde; halifeliğin kaldırılması, beşik ulemalığının kaldırılma*sı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Soyadı Kanununun yürürlüğe girmesi ve benzer anayasal değişikliklerle bunların desteklenmesi sonucunda Türk toplumu arasın*da kadın ve erkek ayrımına gitmeden, insanlık onuruna yakışır bir biçimde her alanda kanuni eşitlik sağlandı. Atatürk ilkelerinden biri olan Halkçılık, kurulan yeni düzeni garanti altına aldı.
Mustafa Kemal Atatürkün Elmalılı Hamdi Yazıra Kuran-ı Kerimin Türkçe mealini yazdırması, bu dönemde din alanında önemli bir yenilik olmuştu. Bu sü*reçte yapılan önemli yeniliklerden biri de Diyanet İşleri Başkanlığının kurulma*sıydı. Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığına; çalışmalarının Maturidilik[37] doğrul*tusunda olması gerektiği talimatını vermişti. Cumhuriyetin kurulmasıyla, ulusal devlet anlayışının sonucu olarak, Türklerin genelince; dinin yorumlanmasında akla çok önem verilmesi, dini yaşama biçiminde hoşgörüyü savunması nedeniyle benimsenen Maturidiliğe, ilerleyen süreçte yeniden ilgi gösterilmişti. Bu dönemde hazırlanan ilmihal kitapları ve din görevlileri için hazırlanan el kitaplarında fıkıh*ta mezhebimiz Hanefilik, itikatta Maturidilik, cümlesi yer almaktaydı[38].
19. yüzyıl başlarındaki batılılaşma çabaları sonucunda II. Mahmut, devlet me*murlarına fes giymesi emrini vermişti[39]. İlk zamanlarda, toplumda büyük tepkiler çeken fes, sonraki süreçte tedricen benimsenmiş ve bugüne kadar Osmanlıların simgesi olarak damgasını vurmuştur. İlk zamanlarda fes vb. batı tarzı yenilikler yapmasından dolayı II.Mahmuta, batılı, gavur diyen toplum, sonraki aşamalarda fesi içlerine sindirerek kabullenmiş ancak bu defa; festen şapkaya geçişte Mustafa Kemal Atatürkü batı hayranı olarak nitelendirmişlerdi. Tıpkı batıdan alınan fes gibi, şapka da sahiplenilmiş; hatta Anadolu köylüsünün simgesi haline gelmiştir. Toplum psikolojisi açısından yenilikleri hemen benimseyememe, kabullenince de bırakamama gibi sendromlar, kalkınamamış ve kalkınmakta olan ülkelerde yeni*lik ve ani değişim süreçlerinde sıkça yaşanır.
Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin Osmanlı ve yanlış yorumlanan oo İslamla bağını koparma, diğer bir ifadeyle kötüleri dışsallaştırmadan kimlikten atma düşüncesindeyd[40]. Aynı zamanda, çağdaşlık ülküsünü hem simgesel hale getirmek(bizlik bilincini oluşturmak için uygun hedef) hem de bu ülkünün iç*selleştirilerek kimliğin bir parçası haline gelmesini ve ağır bir şekilde yaralanan Türk imgesini düzeltmek istemekteydi. Bu amacı, en tutucu yer olarak bilinen Kastamonunun İnebolu ilçesindeki Türk Ocağı binasında, 24 Ağustos 1925te yaptığı konuşmasında özetle, şu şekilde dile getirmişti[41]:
Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı uygardır. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, düşüncesiyle ve baştan aşağı görünüşüyle de uygar ve gelişmiş insanlar olduklarını göstermek zorundadır.
Mustafa Kemal Atatürkün karizmatik kişiliği, buradaki insanların tepkilerini engelleyerek, konuşmalarını coşkuyla dinlemelerini ve şapkayı benimsemelerini sağlamıştı. Önce memurların daha sonra da tüm vatandaşların şapka giymesi için yasa çıkarıldı(25 Aralık 1925).
Çağdaşlaşmanın önünde büyük engeller teşkil eden ve dinle ilgisi olmayan fe*satçılığın, çıkarcı ve vurgunculuğun yapıldığı, uyuşukluğun merkezi haline gelmiş olan ve Türk imgesini hem Türk milletinin hem de Batılıların gözünde yaralayan tekke ve zaviyeler, yukarıda anlatılan gerekçelerle 30 Kasım 1925te kapatılmıştı.
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını çağdaş ve batılı anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır, di*yen Atatürkün[42] önderliğinde; 17 Şubat 1926da İsviçreden alınan Medeni Kanun, 1 Mart 1926da İtalya Ceza Kanunundan çevrilen Türk Ceza Kanunu(değiştirilmiş), | 22 Nisan 1926da Borçlar Kanunu, 29 Mayıs 1926da Ticaret Kanunu ve İcra ve İflas Kanunu 24 Nisan 1929da meclisten geçerek yasalaştırılmıştı. Bu yasaları uygula*mak için hukukçular yetiştirmek amacıyla bugünkü Ankara Hukuk Fakültesinin temeli olan Ankara Hukuk Okulu kurulmuş ve 1925te öğrenime açılmıştı.
Türkiye Cumhuriyetini çağdaş uygarlıklardan üstün kılmayı amaç edinen Mustafa Kemal Atatürk, bu büyük ülküsünü gerçekleştirmek için ciddi çabalar göstermişti. Bu hedefe ulaşmanın süre ve fiiliyat açısından uzun ve epey zor oldu*ğunun bilincinde olan Atatürk, sözkonusu soyut ülküsünü somut hale getirerek, 1930lu yıllarda evlat edindiği kız çocuğuna[43] Ülkü adını vermişti. Kılıç Ali[44]; Atatürkün Ülküyü çok sevdiğini, sabahları uykudan kalkar kalkmaz onu sordu*ğunu ve saatlerce onunla ilgilendiğini, onu yanından hiç ayırmayarak gittiği her yere götürdüğünü ve Ülkünün, Atatürkün neşe kaynağı olduğunu anlatmaktadır.
Çok küçük yaşta evlat edindiği ve ismini kendi ürettiği bir kelime olan Ülküyü koyduğu bu kız çocuğu, Atatürkün ülküsünün vücut bulmuş halidir. Düşünsel ül*küsünü dışsallaştırdığı fiziksel Ülküdür. Ülkünün mutlak olması, yavaş yavaş büyü*mesi, Atatürkün de soyut ülküsünün yavaş yavaş gerçekleştiği anlamına gelmekte, o da bundan mutlu olmaktaydı. Diğer bir ifade ile Ülkü yavaş yavaş gelişen ve uy*garlığa doğru yol alan ve bu nedenle mutlu olan Türk milletini temsil etmektedir.