YGS-LYS Kulübü

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

JrExclusive

Uzman üye
24 Eyl 2013
1,370
0
Anavatan
Belki forumda sınava girecek ama kaynak almamış,öneri bekleyen birileri vardır diye,kendi kullandığım veya piyasadan beğendiğim kaynakları yazayım.Belki birileri için fikir olur.MF öğrencisiyim.

YGS

#TÜRKÇE

-Türkçe'de belli bir yayın yoktur.Hemen hemen her yayın birbirine benzer.Herhangi birini alabilirsiniz.Fakat parçada anlam konusunda eksiği olan arkadaşlar daha fazla soru çözmek için ALES parçada anlam soru bankaları var,onlardan da çalışabilir ekstra olarak.




____________________________________________________

#MATEMATİK

-Konu Anlatımlı:Eğer mat1 temeliniz iyi değilse,sıfırdan başlamak istiyorsanız önerim Palmedir.Zor örneği yoktur,ama basit anlatımlarla konuyu güzel kavratıyor,ayrıca esen KA deneyebilirsiniz.

-Soru Bankası:YGS matematik için her konudan bolca soru çözmelisiniz,ve sınava kadar en az 3 kaynak bitirmelisiniz ki soru kaçırma ihtimaliniz az olsun.Mutlaka esen SB ve karekök SB çözmelisiniz.


____________________________________________________

#Geometri

-Konu Anlatımlı:Geometri konu anlatımlı almanıza gerek yok,sadece formüllerin yazılı olduğu bir kağıt veya formül cep kitapları oluyor,içlerinde kısa maddelerle konu anlatıp,formülleri veriyorlar.Onlarla beraber soru çözmeniz sizin için yeterli olacaktır.

-Soru Bankası:Geometride ortalamanın üzerinde olan soruları çözmek çok önemli,birçok kitapta sadece ortalama sorular oluyor.Zor yayın olarak fdd,apotemi,karekök kullanabilirsiniz

____________________________________________________

#Fizik

-Fizikte ygs lys ayrımı hemen hemen yoktur,birçok konu iki sınavda da karşımıza çıkar.Piyasada da genellikle YGS-LYS kaynakları aynı kitap içerisine konur.

-Konu anlatımlı ve soru bankası için aynı kaynakları önereceğim,seçebilirsiniz.Esen,palme,fen bilimleri,bilfen kaynaklarından alabilirsiniz.


____________________________________________________

#Kimya

-Kimya diğer derslerin aksine lys ağırlığı ygsden fazla olan tek derstir.YGS kolaydır,ve MF öğrencileri genellikle hiç zorlanmaz,o yüzden çok da kasmanıza gerek yok YGS kimya için.

-Konu anlatımlı olarak Körfez alabilirsiniz.Soru bankası olarak da Palme başta olmak üzere herhangi bir beğendiğiniz kaynağı alabilirsiniz,önerim kesinlikle esen almayın fen bilimlerinde.

____________________________________________________

#Biyoloji

-Biyolojide fizik dersi gibi,YGS ve LYS karışmış halde olmakla birlikte ayrı konuları da vardır.

-Konu anlatımlı olarak Körfez kullanıyorum.Soru bankası palme,eksen,birey yayınlarını kullanabilirsiniz.

____________________________________________________

#Sosyal

-MF öğrencisi olduğumdan sadece konu anlatımı okuyarak geçiyorum,çünkü temelini almama gerek yok LYSde girmeyeceğim.

-Çok da üzerinde durmadığım için cep kitabı olarak aldım,basit maddelerle açıklıyorlar,onları okuyorum belki sınava 1 ay kala da SB alarak eksikleri tamamlayabiliriz bu derste.

____________________________________________________

Liste böyle arkadaşlar,LYS için olanı da hazırlayıp editlerim.Ayrıca listede eskiden FETÖ/PDY örgütüne ait yayın olabilir,gerçi bir çoğuna devlet el koydu ama,ben bu kaynaklara 1 ay öncesinde ulaşabildiğime göre yayından kaldırılmamış,alabilirsiniz sanırım.


Öneri almak veya yayınlarla ilgili soru sormak isteyen arkadaşlar bu konunun altına post bırakabilir,cevap vermeye çalışırım

-Bu makale benim tarafımdan,kendi çalışma düzenim esas alınarak hazırlanmıştır,hiçbir yerden alıntı değildir.
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
Tarih Öncesi Dönemlerde Anadolu ve Çevresi


Anadolu, doğal yapısı ve iklim koşulları yönünden insanların yaşaması için elverişli alanlardan biridir. Bu nedenle Anadolu’nun tarihi, Yontma Taş Dönemi’ne kadar uzanır.
Antalya yakınlarında Karain ve Beldibi mağaraları, Çayönü, Çatalhöyük, Hacılar, Truva, Alişar ve Alacahöyük, Anadolu’nun tarih öncesi dönemlerini aydınlatan önemli merkezlerdir. Bu dönemler; Taş Çağı, Maden Çağı olmak üzere iki bölüme ayrılır.
1. Taş Çağı:
Üç dönemde incelenir:

a. Kaba Taş (Paleolitik) Çağı
b. Yontma Taş (Mezolitik) Çağı
c. Cilalı Taş (Neolitik) Çağı

a. Kaba Taş Çağı (Paleolitik Çağ)
(MÖ 600.000 – 10.000)

Türkiye’de bu döneme ait en önemli merkezler, Antalya çevresinde Karain, Beldibi ve Belbaşı mağaralarıdır. Karain mağrasında çakmak taşından el baltaları, taştan yapılmış kesici ve delici aletler bulunmuştur. Mağaranın duvarlarında, dağ keçisi ve geyik gibi av hayvanlarının resimleri görülmüştür.

b. Yontma Taş Çağı (Mezolitik Çağ)
(MÖ 10.000 – 8.000)

Türkiye’de bu döneme ait önemli yerleşim merkezleri; Antalya çevresinde Beldibi, Göller bölgesinde Baradiz, Samsun yakınlarında Tekkeköy, Ankara çevresinde Macunçay’dır. Bu çağın en özgün buluntuları; mikrolit diye adlandırılan çakmaktaşından yapılmış geometrik biçimli minik aletlerdir.

c. Cilalı Taş Çağı (Neolitik Çağ) (MÖ 8.000–5.500)

Çanak çömlek yapımına geçmişlerdir. Avcılık ve doğada hazır buldukları sebze ve meyve gibi yiyecek toplayıcılığının yanı sıra; toprağın sürülmesi, hayvanların ehlilileştirilmesi ve tarımla birlikte yerleşik yaşam başlamış, köyler kurulmuştur. Böylece üretici toplum yapısına geçilmiştir. Bu dönemin önemli yerleşim merkezleri; Diyarbakır Çayönü, Gaziantep Sakçagözü ve Konya Çatalhöyük’tür.

2. Maden Çağı
Üç dönemde incelenir:

a. Taş – Bakır (Kalkolitik) Çağı
b. Tunç Çağı
c. Demir Çağı

a. Taş-Bakır Çağı (Kalkolitik Çağ) (MÖ 5.500–2.500)

Bu çağın Anadolu’daki en önemli merkezi Burdur yakınındaki Hacılar bölgesidir. Diğer önemli yerleşim merkezleri; Çanakkale Truva, Yozgat Alişar, Çorum Alacahöyük, Denizli Beycesultan ve Van Tilkitepe’dir.

Truva: Truva Çanakkale yakınlarında bir yerleşim birimidir.Truva’da yapılan kazılar sonucunda, Ege Bölgesi’nin en eski ev tipi olan megaronlar ortaya çıkarılmıştır.

Alişar: Yozgat yakınlarında bulunan Alişar, Maden Cağ’ının gelişmiş merkezlerindendir. Kazılardan çıkan seramik eserler, diğer Anadolu merkezleri ile benzerlik gösterir. Alişar’ın üst tabakalarında çıkan yazılı tabletler, zamanla bölgede tarih çağlarına geçildiğini göstermektedir.

Alacahöyük: Çorum yakınlarındaki Alacahöyük’te yapılan kazılarda, Kalkolitik Çağ’a ait eserler bulunmuştur. Alacahöyük, dönemi yansıtan bir yerleşim birimidir.

b. Tunç Çağı (MÖ 2.500 – 1.200)

Türkiye’de;

– Eski Tunç Çağı (MÖ 2.500–2.000)
– Orta Tunç Çağı (MÖ 2.000–1.500)
– Yeni Tunç Çağı (MÖ 1.500–1.200) olmak üzere üç bölüme ayrılır.

Tunç Çağı, Anadolu’da Asur kolonileri çağını kapsar. Bu dönemde. Anadolu’da yazının kullanılmasıyla tarihî dönemler (MÖ 2.000–1.800) başlamıştır. İlk yazılı belgeler, Kayseri yakınındaki Kültepe’de bulunmuştur.Çivi yazısı ile kil tabletlere yazılmış olan bu belgeler, ticari ve hukuki konularla ilgilidir. Hattiler, Hititler’den önce MÖ 3.000 yıllarında Anadolu’da ilk kez siyasal birliği kurarak Hititlere öncülük etmişlerdir.

 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
DİVAN EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ
1. GAZEL: Özellikle aşk, güzellik ve içki konusunda yazılmış belirli biçimdeki şiirlere denir. Beyit sayısı genellikle 5-9 arasında değişir. Gazelin ilk beyti mutlaka kendi arasında uyaklı olur.Bu ilk beyte “matla”, son beyte ise “makta” adı verilir. Bir gazelin en güzel beytine “beyt-ül gazel”, şairin mahlasının bulunduğu beyte de “mahlas beyti” denir. Beyitleri arasında anlam birliği bulunan gazele “yek-âhenk”, aynı güç ve güzellikte beyitlerden oluşan gazele de “yek-âvâz” gazel adı verilir.
2. KASİDE: Din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla belirli kurallar içinde yazılan uzun şiirlerdir. En az 33, en çok 99 beyitten oluşur. Kasidenin en güzel beytine “beyt-ül kaside”, şairin mahlasının bulunduğu beyte de “taç-beyt” adı verilir.
3. MESNEVİ: Her beyti kendi içinde uyaklı uzun nazım biçimidir.Bir anlamda Divan edebiyatında manzum hikayelerin yazıldığı bir biçim olarak da tanımlayabiliriz.
Mevlânâ’nın ünlü tasavvufi mesnevisi 25.700 beyitten oluşmuştur.
Mesneviler aşk, dini ve tasavvufi, ahlaki-öğretici, savaş ve kahramanlık, bir şehri ve şehrin güzelliklerini anlatma, mizah gibi türlü konularda yazılmıştır. Divan edebiyatında roman ve hikaye gibi türler olmadığı için mesneviler bir bakıma bu türlerin yerini tutmuşlardır. On bölümden oluşur.Aynı şair tarafından yazılmış beş mesneviye “Hamse” adı verilir. Hamse sahibi olarak tanınmış önemli divan şairleri: Ali Şir Nevâi, Taşlıcalı Yahya, Nev’i-zâde Atâi’dir.
4. KITA: Yalnız ikinci ve dördüncü dizeleri birbiriyle uyaklı iki beyitlik nazım biçimidir. Beyitler arasında anlam birliği bulunur. Pek çok konuda yazılabilir.
5. MÜSTEZAT: Gazelin özel bir biçimine denir. Uzun dizelere kısa bir dize eklenerek yazılır. Uzun ve kısa dizeler gazel gibi kendi aralarında uyaklanırlar. Kısa dizelere “ziyade” adı verilir.
BENTLERDE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ
1) RUBÂİ: Dört dizelik ve kendine özgü ayrı ölçüsü olan bir nazım biçimidir. Konusu daha çok dünya görüşüne ve şairin felsefi düşüncelerine yöneliktir.
Edebiyatımızda bu türün en başarılı son temsilcisi olarak Yahya Kemal gösterilmektedir.
2) TUYUĞ (TUYUK): Rubâi gibi dört dizelik bir nazım biçimidir. Edebiyatımızda en çok tuyuğ yazmış şair Kadı Burhanettin’dir. Bu biçim yalnızca Türk edebiyatına özgüdür. (Rubai, İran edebiyatından geçmedir).
BİRDEN ÇOK DÖRTLÜKLER
1) MURABBA: Dört dizelik kıtalardan oluşur. Bent sayısı 3-7 arasında değişir. Her konuda yazılır.
2) ŞARKI: Genellikle aşk, içki, eğlence konularında yazılan dört dizelik nazım biçimidir. Biçim bakımından “murabba”ya benzer. Çoğunlukla bestelenmek için yazılır. Bu biçim de tuyuğ gibi yalnızca Türk edebiyatına özgüdür. “Şarkı” biçiminin yaratıcısı ve en güçlü şairi Nedim’dir.
NOT: Divan edebiyatında üçlü ya da daha çok mısralı bentlerden meydana gelmiş nazım şekillerinin genel adı MUSAMMAT’tır. Yani dört dizeden oluşan murabba, şarkı gibi biçimlerin; beş dizeden oluşan tahmis, taştir, tardiyye gibi biçimlerin ya da altı veya daha çok dizeden oluşan biçimlerin tümünün üst başlığı MUSAMMAT’tır.
TERKİB-İ BENT: Bentlerle kurulan bir nazım biçimidir. Her bent, sayısı 5-10 arasında değişen beyitlerden oluşur. Bendin son beytine “vasıta beyti” denir. Terkib-i bentte vasıta beyti her beytin sonunda değişir ve vasıta beyti mutlaka kendi içinde uyaklı olur.
Terkib-i bentlerde genellikle talihten ve hayattan şikayetler, dini, tasavvufi, felsefi düşünceler anlatılmış, toplumsal yergi niteliğinde eleştirilere yer verilmiştir.
TERCİ-İ BENT: Biçim bakımından terkib-i bente benzer ; ancak vasıta beyti her bendin sonunda değişmez ve aynen tekrarlanır. Konularında daha çok Tanrının gücü, evrenin sonsuzluğu, doğanın ve yaşamın karşıtlıkları vardır.
DİVAN EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
TEVHİT VE MÜNACÂT: Tanrının birliğini ve yüceliğini anlatan şiirlere tevhit, Tanrıya yapılan yalvarış ve yakarışları anlatan şiirlere de münacât denir. Daha çok kaside biçimiyle yazılmıştır.
NAAT: Hz. Muhammed’i övmek için yazılan şiirlere denir. Bunlar da daha çok kaside biçimiyle yazılmıştır.
MERSİYE: Bir kimsenin ölümü üzerine duyulan üzüntü ve acıyı anlatmak için yazılan şiirlerdir. Genellikle terkib-i bent biçimiyle yazılmıştır. (Bu türün, Eski Türk Edebiyatı’ndaki adı sagu, Halk Edebiyatı’ndaki adı ise ağıttır).
METHİYE: Bir kimseyi övmek için yazılan şiirlerdir. Bunlar da genellikle kaside biçiminde yazılmıştır.
HİCVİYE: Bir kimseyi yermek için yazılan şiirlerdir.
FAHRİYE: Şairlerin kendilerini övmek amacıyla yazdıkları şiirlerdir.
NOT: Divan edebiyatında bir şairin şiirine, başka bir şair tarafından aynı ölçü, uyak ve redifle yazılan benzerine “Nazire” denir. Bu, nazire yazan şairin diğer şaire karşı duyduğu saygı ve beğeniden ileri gelmektedir. Edebiyatımızda bu türde de pek çok ürün verilmiştir.
DİVAN EDEBİYATININ GENEL ÖZELLİKLERİ
Nazım birimi genellikle beyittir ve cümle beyitte tamamlanır. Beyit, cümleye egemendir.
Nazım ölçüsü “aruz”dur.
Dili Arapça, Farsça, Türkçe karışımı olan Osmanlıca’dır.
Şiirlerde tam ve zengin uyak kullanılmıştır.
Şiirlerin konuyu içeren başlıkları olmadığı için nazım biçimlerine göre adlandırılmışlardır.
Klişe bir edebiyattır. Duygu ve düşünceler değişmez sözlerle (Mazmun) anlatılır.
Anlatılan şey değil, anlatış biçimi ön plandadır.
Soyut bir edebiyattır. İnsan ve doğa gerçekte olduğundan farklı ele alınmıştır.
Aydın zümrenin edebiyatıdır. Medrese kültürü hakimdir. Genellikle saraya ve çevresine seslenir.
Sanatlara bolca yer verilmiş, sanat yapmak amaç durumuna gelmiştir.
Ulusal bir edebiyat olmayıp dinin etkisiyle şekillenmiştir. Arap ve İran edebiyatının etkisi çok fazladır.
Şiirde daha çok aşk, sevgili, içki, din ve kadercilik gibi konular işlenmiştir.
Nazım ön planda tutulmuş, nesre pek az yer verilmiştir.
Nesir alanında tezkireler (edebiyat tarihi görevini gören biyografik eser), münşeatlar (mektuplar), tarihler, dini metinler ve nasihatnamelere de rastlanmaktadır. Bunlarda da sanat yapma amacı ön plandadır.
13.yüzyılda gelişmeye başlamış 16. ve 17. yüzyıllarda en olgun dönemini yaşamış, 19.yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür.

DİVAN EDEBİYATININ ÖNEMLİ ŞAİR VE YAZARLARI
HOCA DEHHANİ: 13. yüzyılda yaşamıştır. Din dışı konularda şiir yazan ilk divan şairidir. Divanı vardır.
MEVLANA : XIII.yüzyılda yaşamıştır. Birkaç Türkçe beyit dışında, tüm şiirlerini Farsça ile yazan ünlü tasavvuf şairidir. Oğlu Sultan Veled de tasavvufi konuları işleyen bir şair olarak bilinir. Mesnevi, Divan-ı Kebir, Mektubat, tanınmış eserleridir.
ALİ ŞİR NEVÂİ: Çağatay lehçesinin en güzel örneklerini veren şair 15. yüzyılda yaşamıştır. Muhakemetü’l-Lugateyn adlı eserinde Türkçe’nin Farsça’dan daha üstün bir dil olduğunu savunmuştur. Hamsesi vardır. Anadolu dışında Türkçe şiir yazan ilk şairdir.
ŞEYHİ:15. yüzyılda yaşamıştır. “Harnâme” adlı eseri edebiyatımızda ilk fabl türü eser olarak bilinmektedir. Mesnevi alanında başarılı olmuştur.
SÜLEYMAN ÇELEBİ: 15. yüzyılda yaşamıştır. Hz. Muhammed için yazdığı Vesilet-ün-Necat (mevlit) adlı mesnevisiyle tanınmış bir şairdir. (İslam edebiyatında Hz. Muhammed’in hayatını anlatan eserlere SİYER denir).
FUZÛLİ: Fuzuli 16. yüzyılın en güçlü şairlerindendir. Arapça, Farsça, Türkçe divanı olan tek şairdir. Eserlerini Azeri lehçesiyle yazmıştır. Divan edebiyatının en lirik şairi olarak kabul edilmektedir. Ona göre yaşamın anlamı acı çekmekle özdeştir. Platonik bir aşk arayışı vardır. Din dışı konularda yazmakla birlikte tasavvuftan da etkilendiği bilinmektedir. Kendisine bağlanan maaşı almasında güçlük çıkaran memurları şikayet etmek için yazdığı “Şikayetnâme” adlı mektubu edebiyatımızdaki en ünlü yergilerden biridir.
Divanlarından başka bir naat olan “Su” kasidesi, Leyla vü Mecnun mesnevisi, Peygamber ailesini anlattığı Hadikat-üs-Süeda’sı Şah İsmail ile II:Bayezid’i karşılaştırdığı Beng ü Bâde’si ve tıp bilgisini sergilediği Sıhhat ve Maraz’ı en tanınmış eserleridir.
BÂKİ: Baki,16. yüzyıl şairlerindendir. Döneminde “şairler sultanı” olarak tanınmış ve saratın bütün olanaklarından yararlanmıştır. İyi bir medrese eğitimi gördüğü bilinmektedir.
Dünya nimetlerinin hepsinden yararlanma anlayışındadır. Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı mersiyesi çok tanınmıştır. Divanı vardır.
NÂBİ: 17. yüzyıl şairlerindendir. Divan edebiyatında didaktik şiirler yazmasıyla bir yenilik olarak kabul edilmektedir. Din, töreler ve sosyal yaşamla ilgili öğütler verir.
Nâbi’nin Divan’ından başka Hayriye, Hayrâbâd adlı iki didaktik eseri, gezi notlarını içine alan Tuhfet-ül Harameyn’i ve Münşeat adlı eserleri vardır.
NEFİ: Nefi , 17. yüzyıl şairlerindendir. Edebiyatımızdaki en ünlü kaside şairi olarak bilinir. Övgülerindeki ve yergilerindeki aşırılıklarıyla ünlüdür. Yazdığı hicviyelerindeki aşırılık boğdurulmasına neden olmuştur. Hayal gücü çok zengin olan Nefi’nin somut benzetmelerden yararlanması da belirgin bir özelliğidir. Türkçe ve Farsça divanı olan Nefi’nin ayrıca hicviyelerini topladığı Sihamı-ı Kaza adlı bir eseri de vardır.
NEDİM: 18.yüzyıl şairlerinden olan Nedim, Lale Devri’nin şairi olarak bilinir. Eserlerinde aşk, içki, zevk ve sefayı işler. “Mahallileşme akımı”nın önderi olan şairin Halk edebiyatından da etkilendiği bilinmektedir. Şiirlerinde halkın ağzından alınma deyimler olduğu gibi, halkın konuşma diline de oldukça yaklaşmıştır. Samimi ve içten bir söyleyişi olan Nedim, şarkılarıyla tanınmıştır. Divan şiirindeki klişeleri (mazmunları) bir ölçüde yıkmış olan şairin Divan’ı vardır.
ŞEYH GALİP: Divan edebiyatının 18.yüzyılda yaşamış son büyük şairidir. Galatasaray Mevlevihanesinde şeyhlik yapmıştır. Nabi’nin “Hayrâbâd”ına nazire olarak ve Mevlânâ’nın mesnevisinden etkilenerek yazdığı “Hüsn-ü Aşk” adlı meşhur mesnevisinde, tasvvuf konusundaki düşüncelerini ortaya koyar. Bu eserinde allegorik (sembolik) bir anlatım kullanan şair hayal gücünden ve masal ögelerinden de yararlanmıştır.
EVLİYA ÇELEBİ: (17.yy) Edebiyatımızda gezi türünün ilk örneklerini veren yazar, usta bir gözlemcidir. Elli yıllık bir süre içinde gezdiği yerleri konuşma diline yakın bir dille anlatmıştır. Anlatımında abartılı olmakla birlikte, Divan nesrinin kalıplarını da kırmıştır. 10 ciltlik “Seyahatnâme” adlı eseri çok tanınmıştır.
NOT: Divan edebiyatının nesir yazarı olarak tanınan diğer önemli yazarları şunlardır:
SİNAN PAŞA: (15.yy) Tazarrunâme adlı süslü nesri ile tanınır.
MERCİMEK AHMET: (15.yy) Farsça’dan çevirdiği Kabusnâme adlı eseriyle tanınır.
NAİMÂ: (17.yy) Kendi adıyla anılan (“Naima Tarihi”) adlı tarih eserinin yazarıdır.
KATİP ÇELEBİ: (17.yy) Batılıların Hacı Kalfa dedikleri yazar ve düşünürdür. Arapça, Farsça, Fransızca, Latine bilen yazarın tarih, coğrafya, matematik konularında yazılmış eserleri vardır.
TASAVVUF FELSEFESİ
Tanrı nedir? Evrenin oluşu nasıldır? Biz neyiz? Niçin geldik dünyaya? Yaşamımızın anlamı, var olmanın aslı, gerçek, başlangıç ve son nelerdir? Bu ve bunun gibi fizik ötesi sorulara cevap vermeye çalışan düşünüş yoluna “Tasavvuf” düşüncesi denir. [Vahdet-i Vücut (Varlığın Birliği) Teorisi].
Bu düşünüşe göre Tanrı tek varlıktır. (Vücud-i Mutlak). Aynı zamanda tek güzelliktir (Hüsn-i Mutlak).
Tek varlık olan Tanrı kendisini görecek gözler, sevecek gönüller istemiş ve kainat olarak tecelli etmiştir.
Bu tıpkı aynayla kaplı bir odada olmak gibidir. Ayna varlığın çeşitli görüntülerini yansıtır.
O halde, evren ve tüm insanlar Tanrı’nın bir görüntüsüdür. Öyleyse insanlar arasında renk, inanç, dil, ırk...gibi ayrımlar yapmak anlamsızdır.
Bütün görüntülerde “Varlık” ve “Yokluk” ögeleri bir aradadır. İnsan dünyaya bağlı tutku ve zevklerini yok ederek “Varlık” ögesini geliştirir. Bunun yolu da tekkelerden (tarikatlar) geçer. Burada insan sıkı bir eğitimle dünya nimetlerinden vazgeçerse, sonunda özü olan Tanrı’ya kavuşabilir. Bu da gerçek aşktır. İnsanların birbirlerine duyacakları aşk ise mecazdır. Bu, kişiyi Tanrı’dan uzaklaştırır. “Bir hırka, bir lokma” insana yetmelidir. Tekkelerde bu yolla Tanrı’ya ulaşan insan sonunda “Enel Hak” (“Ben Tanrı’yım”) derecesine varır. Bu kişilere “İnsan-ı Kâmil” ya da “Ermiş” denir.
DİVAN EDEBİYATI’NDA DÜZYAZI
Divan, şiire ağırlık veren bir edebiyattır. Düzyazı, ancak bilimsel çalışmalarda, tarihlerde, kimi sanatsal metinlerde ve gezi türü eserlerde kullanılmıştır.
Divan Edebiyatı’nda düzyazılar, yazılış amacı ve dil tutumu dikkate alınarak üçe ayrılır:
1. Sanatlı(süslü) Düzyazı
Söz ustalığı göstermek amacıyla yazılır. Sinan Paşa’nın Tazarru’at adlı eseri, bu türün en tanınmış örneğidir. Sanatlı düzyazıya inşa denir
2. Orta Düzyazı
Yer yer ağır ve süslü, yer yer sade bir dille yazılan düzyazılardır. Genellikle tarih kitaplarında bu düzyazı türü görülür. Osmanlılar zamanında tarihçilik,”vakanüvis” adı altında yürütülen bir tür memurluktu. Sarayda görevlendirilen vakanüvisler, önemli önemsiz her olayı günü gününe notlar halinde yazarlardı. Bu eserler, olay anlatımına dayalı olduğundan, bilimsel tarih anlayışıyla bağdaşmaz. Divan döneminin başlıca tarihçileri arasında Aşıkpaşazade ,Ali, Ebülgazi Bahadır Han,Naima, Peçevi, Mütercim Asım sayılabilir.
3. Sade Düzyazı
Dil ve anlatım ustalığının değil, ele alınan konunun önem taşıdığı düzyazı türüdür. Bu anlayış nedeniyle, sade düzyazılarda ustaca söz söyleme çabası görülmez; dil açık, yalın, doğaldır. Bu düzyazı türünü kullananlardan başlıcaları şunlardır: Mercimek Ahmet , Katip Çelebi , Evliya Çelebi (Eseri:Seyahatname).
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
Halk Edebiyatı, sözlü edebiyatın uzantısıdır. Halkın yarattığı sözlü eserlerden oluşur. Dil., biçim, konular, duyarlıklar bakımından halk kültürüne sıkı sıkıya bağlıdır.
HALK EDEBİYATININ GENEL ÖZELLİKLERİ
İslamiyet'ten önceki edebiyatımızın İslam uygarlığı içindeki biçimidir. Bir anlamda sözlü edebiyat dönemimizin gelişmiş biçimi olarak düşünebiliriz.
Halk edebiyatı ürünleri yazılı değildir. Müzik eşliğinde sözlü olarak oluşur.
Divan edebiyatında olduğu gibi şiir yine egemen türdür.
Şiirlerde başlık yoktur, biçimiyle adlandırılır.
Nazım birimi dörtlüktür.
Ölçü, hece ölçüsüdür, En çok yedili, sekizli, on birli kalıplar kullanılmıştır.
Şiirlere genel olarak yarım uyak hakimdir.
Dil halkın konuştuğu günlük konuşma dilidir.
Halk edebiyatı gözleme dayalıdır. Benzetmeler somut kavramlardan yararlanılarak yapılır. Söyledikleri her şey gerçek yaşamdan alınmadır.
Özellikle 18. yüzyıldan itibaren halk şairleri, divan şairlerinden etkilenerek aruzun belirli kalıplarıyla şiirler yazmayı denemişlerdir. Hatta divan şiirinin mazmunlarını da kullanmışlardır. Bu durumun ortaya çıkmasında halk şairlerinin, aydınlar ve divan şairlerince hor görülmelerinin, değersiz ve güçsüz sayılmalarının etkisi de vardır.

Halk şiirinde “mâni” ve “koşma” tipi olarak iki ana biçim vardır. Aslında az sayıda olan öteki biçimler bu iki ana biçimden çıkmıştır.
Dizelerin kümelenişi, dizelerin hece sayısı ve uyak düzeni bakımından özellik gösterenler “biçim”, biçimi ne olursa olsun konu bakımından benzerlerinden ayrılanlar da tür adı altında toplanmıştır.
I. Anonim Halk Şiiri Nazım Biçimleri:
MÂNİ: Halk şiirinde en küçük nazım biçimidir. Yedi heceli dört dizeden oluşur. Uyak düzeni aaxa şeklindedir. Birinci ve üçüncü dizeleri serbest, ikinci ve dördüncü dizeleri uyaklı mâniler de vardır (xaxa).
Mânilerin ilk iki dizesi uyağı doldurmak ya da temel düşünceye bir giriş yapmak için söylenir. Temel duygu ve düşünce son dizede ortaya çıkar. Başlıca konusu aşk olmakla birlikte bunun dışında türlü konularda da yazılabilir.

Le beni eyle beni İpek yorgan düreyim
Elekten ele beni Aç koynuna gireyim
Alacaksan al artık Açıldıkça ört beni
Düşürme dile beni Var olduğun bileyim

Birinci dizesi yedi heceden az olan mâniler de vardır. Dizeleri cinaslı uyaklarla kurulduğu için böyle mânilere “Cinaslı Mâni” ya da “Kesik Mâni” denir.

Bugün al Sürüne
Yârim giymiş bugün al Madem çoban değilsin
Şâd edersen bugün et Ardındaki sürü ne
Can alırsan bugün al Ben bir körpe kuzuyum
Al kat beni sürüne
Beni böyle yandıran
Sürüm sürüm sürüne
TÜRKÜ: Türlü ezgilerle söylenen anonim halk şiiri nazım biçimidir. Söyleyeni belli türküler de vardır. Halk edebiyatının en zengin alanıdır. Anadolu halkı bütün acılarını ve sevinçlerini türkülerle dile getirmiştir.
Türkü iki bölümden oluşur. Birinci bölüm asıl sözlerin bulunduğu bölümdür ki buna “bent” adı verilir.
İkinci bölüm ise bentlerin sonunda yinelenen nakarattır. Bu bölüme “bağlama” ya da “kavuştak” denir.
Türküler, genellikle yedili, sekizli, on birli hece kalıplarıyla yazılmıştır. Konuları çok değişik olabilir. Ninniler de bu gruptandır.
Söğüdün yaprağı narindir narin
İçerim yanıyor dışarım serin ( bent )
Zeynep’i bu hafta ettiler gelin

Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim
Üç köyün içinde şanlı Zeynebim
( nakarat )

II. Âşık Edebiyatı Nazım Biçimleri:

KOŞMA: Halk edebiyatında en çok kullanılan biçimdir. Genellikle hece ölçüsünün on birli (6+5 ya da 4+4+3) kalıbıyla yazılır. Dörtlük sayısı üç ile beş arasında değişir. Şair koşmanın son dörtlüğünde adını ya da mahlasını söyler. Uyak düzeni genellikle şöyle olur:
baba – ccca – ddda...

Eğer benim ile gitmek dilersen
Eğlen güzel yaz olsun da gidelim
Bizim iller kıraçlıdır aşılmaz
Yollar çamu kurusun da gidelim
...... ...... .....
Karac’oğlan der ki buna ne fayda
Hiç rağbet kalmadı yoksula bayda
Bu ayda olmazsa gelecek ayda
Onbir ayın birisinde gidelim
DESTAN: Dört dizeli bentlerden oluşan, oldukça uzun bir nazım biçimidir. Kimi destanlarda dörtlük sayısı yüzden fazladır. Genellikle hece ölçüsünün on birli kalıbıyla yazılır. Uyak düzeni koşma gibidir.
baba – ccca – ddda
Destanın son dörtlüğünde şair mahlasını söyler.
Konuları bakımından destanları savaş, yangın, deprem, salgın hastalık, ünlü kişilerin yaşamları, mizahi....gibi gruplanadırabiliriz.
Esnaf Destanı
...................................
Nalbant oldum kırdım nalın çoğunu
Bir katır nalladım dinle oyunu
Meğer acemiymiş bilmem huyunu
Çenemi teptirdim nalın sökerken
Manav oldum elma armut tez çürür
Cambaz oldum ip üstünde kim yürür
Kasap oldum her gün gözüm kan görür
Yüreğim bayıldı kana bakaraken
Ben bu sanatları bir bir dolaştım
Tekrar gelip şairliğe bulaştım
Kâmili mürşidin eline düştüm
Tekke-i aşk içre çile çekerken.
SEMÂİ: Hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla yazılır (4+4 duraklı ya da duraksız). Dörtlük sayısı üç ile beş arasında değişir. Semâilerin kendine özgü bir ezgisi vardır ve bu ezgiyle okunur. Uyak düzeni koşma gibidir:
baba – ccca – ddda
Semâilerde daja çok sevgi, doğa, güzellik gibi konular işlenir.
İncecikten bir kar yağar Karac’oğlan eğmelerin
Tozar Elif Elif diye Gönül sevmez değmelerin
Dedil gönül abdal olmuş İliklemiş düğmelerin
Gezer Elif Elif diye Çözer Elif Elif diye.
VARSAĞI: Güney Anadolu bölgesinde yaşayan Varsak Türklerinin özel bir ezgiyle söyledikleri türkülerden gelişmiş bir biçimdir. Dörtlük sayısı ve uyak düzeni “Semâi” gibidir. Varsağılar yiğitçe, mertçe bir üslupla söylenir. Bu da dörtlüklerin içindeki “bre” “hey” “behey” gibi ünlemlerle sağlanır. Halk edebiyatında en çok varsağı söylemiş şair Karacaoğlan’dır.
Bre ağalar bre beyler Behey elâ gözlü dilber
Ölmeden bir dem sürelim Vaktin geçer demedim mi
Gözümüze kara toprak Harami olmuş gözlerin
Dolmadan bir dem sürelim Beller keser demedim mi
Karacoğlan
TÜRKÜ: Hece ölçüsünün türlü kalıplarıyla söylenen ezgili, anonim şiirlerdir. Bazen de kime ait olduğu bilinen şiirler, türkü formlarıyla söylenir. Türkülerde genellikle iki bölüm bulunur. Birincisi, şiirin iskeletini oluşturan “asıl bölüm” ; ikincisi “kavuştak”tır. Kavuştaklar, asıl bölümlerin arasına gelerek onları birbirine bağlar.
ÂŞIK EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
Âşık edebiaytı nazım türleri genellikle koşma ve semâi biçimiyle yazılır. Bu türler koşma ve semâilerden konuları bakımından ayrılır.
GÜZELLEME: Doğa güzelliklerini anlatmak ya da kadın, at gibi sevilen varlıkları övmek için yazılan şiirlerdir.
Dinleyin ağalar medhin eyleyim Yokuşa yukarı kekli sekişli
Elma yanaklımın kara kaşlımın İnişe aşağı tavşan büküşlü
O gül yüzlerine kurban olayım Düşmanın görünce şahin bakışlı
Dal gerdanlımın da sırma saçlımın Kuğuya benziyor boynu kıratın
Noksani Köroğlu
TAŞLAMA: Bir kimseyi yermek ya da toplumun bozuk yönlerini eleştirmek amacıyla yazılan şiirlerdir.
Ormanda büyüyen adam azgını
Çarşıda pazarda insan beğenmez
Medres kaçkını softa bozgunu
Selam vermek için kesan beğenmez
Kazak Abdal
KOÇAKLAMA: Coşkun ve yiğitçe bir üslupla savaş ve dövüşleri anlatan şiirlerdir.
Köroğluyum medhim merde yeğine
Koç yiğit değişmez cengi düğüne
Sere serpe gider düşman önüne
Ölümü karşılar meydan içinde
AĞIT: Bir kimsenin ölümü üzerine duyulan acıları anlatmak amacıyla söylenen şiirlerdir (Anonim halk şiiri ürünü olan ağıtlar da vardır).
Civan da canına böyle kıyar mı
Hasta başın taş yastığa koyar mı
Ergen kıza beyaz bezler uyar mı
Al giy allı balam şalların hani
Hıfzi
MUAMMA: Kapalı bir biçimde anlatılan bir olayın ya da bilginin okuyucu tarafından anlaşılmasını, bunlarla ilgili soruların cevaplandırılmasını isteyen bir tür manzum bilmecedir.
NASİHAT: Bir şey öğretmek,bir düşüncenin yayılmasına çalışmak gibi amaçlarla söylenen didaktik şiirlerdir.
NOT: “Destan, ilahi, nefes ve deme”, hem birer nazım biçimi, hem de tür olarak değerlendirilir
HALK ŞAİRLERİNİN GRUPLANDIRILMASI
Halk şairleri, halk şiirinin yerleşmiş kurallarına bağlı kalmakla birlikte, türlü kültürel nedenlerle dil, anlatım, ölçü kullanımı bakımından farklı yönelişler içine girebilmektedirler. Ayrıca yaşadıkları çevre de onların sanat anlayışlarını farklılaştıran bir etmen olarak karşımızı çıkmaktadır. Halk şairlerini, işte bu gibi noktaları dikkate alarak şöyle ayırıyoruz:
GÖÇEBE(GEZGİN) ŞAİRLER
Bir yere bağlı kalmadan gezerler. Genellikle eğitim görmedikleri için, Divan Edebiyatı’ndan etkilenmezler. Dilleri sadedir. Hece ölçüsüne bağlıdırlar. Geleneksel şiir anlayışını sürdürürler.
YENİÇERİ ŞAİRLER
Osmanlılar zamanında askerlik, hayat boyu süren bir meslekti. Orduda görev arasında şairler yetişmiştir. Bunlar, katıldıkları savaşlarla ilgili yiğitlik şiirleriyle dikkati çekerler. Dil, anlatım, ölçü bakımından, göçebe şairler gibi geleneksel şiir anlayışına bağlıdırlar.
3. KÖYLÜ ŞAİRLER
Hayatları köylerde, kasabalarda geçer. Büyük kentlerle ilgileri olmadığı için, kent kültüründen, Divan Edebiyatı’ndan etkilenmeden, halk şiiri geleneklerine bağlı kalmışlardır.
4.KENTLİ ŞAİRLER
Genellikle Divan Edebiyatı’nın etkisinde kalırlar. Hem Halk, hem de Divan Edebiyatı tarzında şiirler söylerler. Dillerinde Arapça ve Farsça sözcüklerin oranı yüksektir. Hece ölçüsüyle birlikte aruza da yer verirler.
5. TASAVVUF (TEKKE ) ŞAİRLERİ
Tekkelerde yetiştikleri, din ve tasavvuf konusunda eğitim gördükleri için, dilleri, göçebe, yeniçeri ve köylü şairlere göre bazen daha ağırdır. Zaman zaman Divan Edebiyatı’nın dil, anlatım, biçim, ölçü özelliklerini taşıyan şiirler söylerler. Örneğin Yunus Emre bile, aruz ölçüsü ve mesnevi düzeniyle Risaletü’n-Nushiyye adlı bir eser vermiştir.
HALK ÖYKÜLERİ
Halk öyküleri, destanların zamanla biçim ve öz değişimine uğramaları sonunda ortaya çıkmış sözlü eserlerdir. Anonimdir. Başlıca türleri şunlardır:
1. DESTAN ÖYKÜLER
Destanlardaki olağanüstülük gibi bazı özellikleri koruyan halk öyküleridir XIII.-XIV.yüzyılda Doğu Anadolu’da ortaya çıkan Dede Korkut Öyküleri ile Köroğlu Öyküsü, bu türün tanınmış örnekleridir.
2. AŞK ÖYKÜLERİ
İki sevgilinin aşkını, bunların kavuşmasını önleyen engellerle mücadelesini anlatan öyküler olup en tanınmışları Kerem ile Aslı, Emrah ile Selvi, Asuman ile Zeycan ,Aşık Garip.v.b.’dir.
DİNİ ÖYKÜLER
İslamiyet’in yayılmasına katkıları olan kişilerin hayatlarını ve mücadelelerini temel alan öykülerdir .Hz. Ali’nin savaşlarını anlatan Kan Kalesi Cengi, Hayber Kalesi Cengi; Anadolu’da İslamiyet’in yayılması için mücadele eden komutanların savaşlarını anlatan Battal Gazi Öyküsü, Dnişment Gazi Öyküsü gibi sözlü, anonim eserler, bu türün örnekleri arasında yer alır.
TEKKE EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ
Din ve tasavvufla ilgili kavramı duygu, düşünce, ilke ve kuralları halka yaymak amacıyla bir tarikata bağlı şairlerce yazılan şiirlerdir.
İLAHİ: Din ve tasavvuf konularının işlendiği şiirlere “ilahi” denir. Tanrıyı övmek, ona yalvarmak için yazılan şiirlerdir. Özel bir ezgiyle okunur. Koşma gibi uyaklanan ilahilerde 4-4 duraklı 8’li ölçü kullanılır.
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni
Yunus Emre
NEFES: Bektaşi şairlerinin yazdıkları tasavvufi şiirlere denir. Nefeslerde genellikle Hz. Muhammet ve Hz. Ali için de övgüler bulunur.
Pir Sultan Abdal şâhımız
Hakk’a ulaşır yolumuz
On iki imam katarımız
Uyamazsın demedim mi
Aleviler, bu türde yazılmış olan şiirlere “DEME” adını verirler.
İlahi, nefes ve demeler, bestelenerek söylenir.
ŞATHİYÂT-I SOFİYÂNE: İnançlardan alaylı bir dille söz eder gibi yazılan şiirlerdir. Görünüşte saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği anlaşılır. Bu tür şiirlere genellikle Bektaşi şairlerinde rastlanır. Medrese hocalarına göre bu şathiyeler küfür sayılır.
Yücelerden yüce gördüm
Erbabsın sen koca Tanrı
Âlem okur kelâm ile
Sen okursun hece Tanrı
Asi kullar yaratmışsın
Varsın şöyle dursun deyü
Anları koymuş orada
Sen çıkmışsın uca Tanrı
Kaygusuz Abdal yaradan
Gel içegör şu cür’adan
Kaldır perdeyi aradan
Gezelim bilece Tanrı

NOT: Manzum olmayan Anonim Halk Edebiyatı ürünleri de vardır. Bunları masallar, halk öyküleri (Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber, Battal Gazi, Hz. Ali Cenkleri.........), bilmeceler, atasözleri, deyimler, Karagöz ve ortaoyunları şeklinde sıralayabiliriz.
HALK EDEBİYATININ ÖNEMLİ ŞAİRLERİ
YUNUS EMRE: (13.yy) Tasavvuf düşüncesini benimseyen şair Tanrı aşkını ve insan sevgisini dile getirmiştir.
Tekke edebiaytının en lirik şairidir. Halkın konuştuğu Türkçeyi bir edebiyat dili haline getirmiştir. Yalın ve içten bir söyleyişi vardır. Zaman zaman aruz ölçüsüyle ve divan edebiyatı anlayışıyla da şiirler yazmıştır.
Tüm insanların eşit ve kardeş olduğuna inanmış; dil, din, ırk ayrımı yapılmasına karşı çıkmıştır. Türkçe divan sahibi ilk şairdir. Ayrıca Risaletü’n-Nushiyye adlı öğretici bir mesnevisi vardır.
HACI BAYRAM VELİ : XIV.yüzyıl ikinci yarısıyla XV. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış bir tasavvuf şairidir. Bayramiyye tarikatını kurmuştur. Yunus Emre etkisinde sade bir dil ve lirik bir anlatımla dile getirdiği şiirlerinden yalnızca birkaç tanesi bilinmektedir.
KAYGUSUZ ABDAL: (16.yy) Softa görüşle alay eden özgür düşünceli bir Bektaşi şairidir. Hem heceyle hem de aruzla yazılmış şiirleri vardır.
PİR SULTAN ABDAL: (16.yy) Alevi-Bektaşi şiir geleneğinin en ünlü şairidir. Dinsel inançların etkili olduğu bir ayaklanmanın önderliğini yapmış, asılarak öldürülmüştür. Şiirini bir araç olarak kullanmasına rağmen kuru bir öğreticiliğe düşmemiş, şiirini duygu yönünden de beslemiştir.
KÖROĞLU: (16.yy) Çoğunlukla koçaklama türünde örnekler vermiş coşkulu şiirler söylemiştir. Bolu Beyi’yle olan mücadelesi efsaneleşen şair, halkın gönlünde yerini almıştır.
KARACAOĞLAN: (17.yy) Din dışı konularda yazmış, yaşama sevinci, insan ve doğa sevgisini dile getirmiştir. Âşık edebiyatının duygu yönünden en zengin ve güçlü şairidir.. Hayatı hakkında kesin bilgilere sahip olmadığımız Karacaoğlan’ın XVI ya da XVII . yüzyılda Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayıp dolaştığı sanılmaktadır. Şair Toroslar’da, Türkmen boyları arasında yetişmiş; göçebe bir şair olarak Anadolu içinde ve dışında gezmiştir. Geleneksel şiirin dil, anlatım, ölçü anlayışından ayrılmadan aşk, doğa, ölüm, ayrılık gibi temaları işlemiştir;özellikle koşma ve semai biçimlerinde büyük başarı kazanmıştır.
GEVHERİ: (17.yy) Aruz ölçüsünü de sıkça kullanan Kırımlı bir halk ozanıdır.
DERTLİ: (19.yy) Toplumsal yergi içerikli, softalığı, yobazlığı eleştiren şiirleriyle tanınan Bolu’lu bir halk ozanıdır.
DADALOĞLU: (19.yy) Çukurova yöresinde yetişen halk şairlerindendir. Türkmen boylarının yerleşik hayata geçirilmesi için 1865’te yöreye yollanan Fırka-i İslahiye adlı Osmanlı ordusuyla Türkmenler arasındaki çatışmalara katılmış, bu olayları yiğitçe bir eda ile koçaklamalarına yansıtmıştır. Ayrıca aşk ve doğadan söz eden şiirleri de başarılıdır. Şiirlerini temiz bir halk diliyle ve hece ölçüsü ile yazmıştır.
ÂŞIK VEYSEL: XX. yüzyıl halk şairidir. Şarkışla’da doğup büyümüş, Cumhuriyetin onuncu yılında Ankara’ya gelerek şiirlerini okumuş, bundan sonra ünü yayılmaya başlamıştır. Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığıyla gözünü kaybeden Aşık Veysel; genellikle gezgin bir hayat sürmüş ; kent kent dolaşarak aşktan, doğadan , kardeşlikten, birlikten, barış içinde yaşamaktan ve insanı insan yapan erdemlerden bahseden şiirlerini saz eşliğinde söylemiş; bu içeriğin halka yakın düşmesi , ona kitlesel bir sevginin doğmasına yol açmıştır. Tasavvuf felsefesinin kazandırdığı hoşgörü anlayışı, şiirinin temellerinden biridir. Şiirlerini Deyişler, Sazımdan Sesler adlı iki kitapta toplamıştır. Son olarak tüm şiirlerini , Ümit Yaşar Oğuzcantarafından Dostlar Beni Hatırlasın adıyla yayımlanmıştır
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
YENİÇAĞ'DA AVRUPA:

Coğrafi Keşifler

Siyasal Nedenler

Feodalitenin yıkılmasından sonra Avrupa’da güçlenen krallar, ticari alanda birbiriyle mücadeleye başladılar. Orta Avrupa ülkeleri arasında mücadeleler devam ederken, Batı Avrupa ülkeleri ise, mücadelelerini daha çok deniz aşırı alanlarda yoğunlaştırmışlardı. Amaçları; Çin ve Hindistan gibi zengin ülkelere ulaşmak ve buralardan alacakları malları Avrupa’ya taşımaktı. Avrupalı krallar dışarıdan gelen malların kontrolünü ele geçirerek zenginleşmeyi amaçlıyordu. Bu nedenle Portekizliler ve İspanyollar yeni yolların bulunması için denizcileri desteklemişlerdir.

Jeopolitik Nedenler

XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu İpek ve Baharat Yollarının sona erdiği limanları ele geçirmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun amacı, doğudan gelen ticaret yollarına hakim olarak Avrupa devletlerini ekonomik yönden kendisine bağımlı hale getirmekti. Osmanlı İmparatorluğu’nun Karadeniz ve Akdeniz’i Türk gölü haline getirmesi, Avrupa ülkelerini Akdeniz ticaretinden uzaklaştırarak Akdeniz’in batısına itmesi ve Kuzey Afrika’yı ele geçirmesi Avrupa ülkelerini yeni egemenlik alanları ve ticaret sahaları bulmaya zorlamıştır. Bu nedenle Avrupalılar yeni yollar ve zenginlik kaynakları aramaya başlamışlardır.

Sosyo – Ekonomik Nedenler

XV. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da ticaret gelişmiş, yeni pazar ve hammadde kaynaklarına ihtiyaç duyulmuştur. Ticaretin gelişmesi paranın esası olan altın ve gümüş gibi değerli madenlere ihtiyacı artırmıştır. Bu durum fiyatları düşürmüştür. Avrupalılar bu sorunu çözmek için değerli madenlerin bol bulunduğu Asya ve Afrika’ya ulaşmayı amaçlamışlardır.
Uzak Doğu’dan Avrupa’ya gelen ipek, baharat, inci, porselen, fildişi ve kumaş gibi mallar İpek ve Baharat Yollarıyla ulaşıyordu. Bu yollara Venediklilerin, Mısırlıların ve Türklerin hakim olması maliyetleri artırıyordu. Ayrıca, sık sık çıkan savaşlar nedeniyle yollar kapanıyor ve mal akımı kesintiye uğruyordu. Bu nedenler yeni zenginlik kaynakları arayan Avrupalı devletleri Uzak Doğu’ya ulaşabilmek için yeni yollar aramaya yöneltmiştir.
Avrupalılar Doğu’nun zenginliklerine ulaşmayı amaçlamanın yanında Hristiyanlık dinini Avrupa dışında yaymayı da hedeflemişlerdir.
Coğrafi Keşiflerin Sonuçları

Sosyal ve Ekonomik Sonuçlar

Yeni ticaret yolları bulunmuş, İpek ve Baharat Yolları önemini kaybetmiştir. Bu gelişmeler sonucunda Akdeniz limanları ve ticareti önemini kaybederken Atlas Okyanusu limanlarının önemi artmıştır.
Yeni keşfedilen yerlerden Avrupa’ya bol miktarda değerli maden taşınmıştır. Bu durum Avrupa’da temel zenginlik ölçüsü olan toprağın yerini altın ve gümüşün almasına neden olmuştur.
Avrupalılar ekonomik yönden zenginleşmişlerdir.
Kara ticaret yolları deniz ticaret yollarıyla rekabet edememiştir.
Uluslar arası ticaret faaliyetleri gelişmiştir. Avrupa’da ticaretle uğraşan burjuva sınıfı zenginleşmiş ve soyluların topraklarına sahip olmuşlardır. Böylece, siyasal denge bozulmaya başlamıştır.
Avrupa’dan keşfedilen yerlere göçler olmuştur.
Keşfedilen yerlerde sömürgeler kurularak zenginlik kaynakları Avrupalılar tarafından yağmalanmıştır. Ayrıca, Avrupa ürünleri yeni pazarlar bulmuş ve daha sonra gerçekleşecek Sanayi İnkılabı’na ortam hazırlanmıştır.
Uzak sömürgelerden malların deniz yoluyla getirilmesi, Avrupa’daki liman şehirlerinin önemini artırmıştır. Bunun sonucunda şehirleşme faaliyetleri ve şehirlerin nüfusları artmıştır. Şehirleşme yeni sosyal grupların doğmasına, hayat seviyesinin yükselmesine ve yaşam tarzının değişmesine neden olmuştur.
Keşfedilen ülkelerin halkları ya soykırıma kurban gitmiş, ya da köleleştirilmiştir. Keşiflerden sonra köle ticareti artmıştır.
Siyasal Sonuçlar

Yeni keşfedilen topraklar, keşifleri yapan devletlerin kendi malları haline gelmiş ve buralarda sömürge imparatorlukları kurulmuştur.
Avrupalı devletler arasında sömürge rekabetinden dolayı savaşlar çıkmıştır. Sömürgeci Avrupa devletleri diğer devletlere siyasal ve ekonomik alanlarda üstünlük sağlamışlardır.
Zenginleşen Avrupalı krallar savaş sanayisine daha fazla yatırım yapmaya başlamışlardır.
Okyanuslara açılacak durumda olmayan Osmanlı İmparatorluğu, tartışmasız durumdaki siyasal üstünlüğünü daha donanımlı ordu ve donanmaya sahip olan Avrupa devletleri karşısında kaybetmeye başlamıştır.
Bilimsel ve Kültürel Sonuçlar

Yeni kıtalar, ırklar, uygarlıklar, hayvanlar ve bitkiler tanınmış, insanlarda merak ve araştırma isteği artmıştır.
Avrupa’nın bilim ve düşünce hayatında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Keşiflerin etkisiyle Avrupa’da gelişmeleri engelleyen durumları ortadan kaldıran Rönesans ve Reform hareketleri başlamıştır.
Kıtalar arası ticaret ve taşımacılık sayesinde zenginleşen Avrupalılar yeni bir hayat tarzı benimsediler. Bunlar kültür ve sanat faaliyetlerini destekleyerek gelişmesini sağlamışlardır.
Yeni keşfedilen yerlerdeki uygarlıklar söndürülmüştür.
Rönesans Hareketleri

Rönesans’ın başlamasında;

Kâğıdın ucuzlaması ve matbaanın kullanımının artmasıyla yeni buluş ve düşüncelerin geniş alanlara yayılması
Avrupa’daki kültür ve sanat faaliyetlerini destekleyen, bilim adamları ve sanatkarları koruyan varlıklı kişilerin ortaya çıkması
Eski Yunan ve Roma’ya ait edebiyat, felsefe, bilim ve sanat eserlerinin incelenmesi ve bunların akademilerde okutulması
Avrupalıların İspanya’daki Endülüs Emevi Devleti ve Sicilya aracılığı ile İslâm uygarlığını tanıması
Coğrafi Keşiflerle Avrupa halkının zenginleşmesi ve yaşam seviyesinin yükselmesi
etkili olmuştur.

Rönesans’ın Sonuçları

Avrupa’da hür düşünce ve yeni bir sanat anlayışı ortaya çıkmıştır.
Avrupa’da bilim alanında deney ve gözleme dayanan pozitif düşünce yayılmış ve skolastik düşünce yıkılmıştır.
Hümanistler insanı ve doğayı konu alan, insanın ön plana çıktığı eserler ortaya koymuşlardır.
Avrupa’da eğitim – öğretim faaliyetlerine önem verilmiştir.
Bilimsel alandaki çalışmalar endüstrinin gelişmesine ortam hazırlamıştır.
Avrupa’da soylularla halk arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki çelişkiler artmıştır.
Pozitif düşüncenin gelişmesiyle Hristiyanlık dininin kutsal kitabı İncil ve din adamları eleştirilmiştir. Bunun sonucunda Avrupa’da Reform hareketleri başlamış ve kilisenin gücü azalmıştır.
Reform Hareketleri

Avrupa’da Reform hareketlerinin başlamasında;

Bozulan Katolik Kilisesi’nin bazı zümrelerin çıkarlarına uygun hareket etmesi ve dini ticarete alet ederek Endüljans adlı af belgesi sayesinde zenginleşmesi
Hümanizm sayesinde Hristiyanlığın kaynaklarına inilerek temel ilkelerin ortaya çıkarılması
Kağıt ve matbaa sayesinde iletişimin gelişmesi
Rönesans döneminde yetişen özgür düşünceli aydınların Katolik Kilisesi’ni tenkid etmeleri
Dinî kitapların ulusal dillere çevrilmesi ve matbaa sayesinde bol miktarda basılması
etkili olmuştur.

Reform’un Sonuçları

Avrupa’da mezhep birliği parçalanmıştır. Katolik ve Ortodoks mezhepleri yanında Protestan, Kalvenizm ve Anglikanizm mezhepleri ortaya çıkmıştır.
Papa ve din adamları saygınlıklarını kaybetmişlerdir. Katolik Kilisesi yeni düzenlemeler yapmak zorunda kalmıştır.
Eğitim ve öğretim, kilisenin elinden alınarak laik eğitim anlayışı yaygınlaşmıştır.
Katolik Kilisesi’nden ayrılan ülkelerde kilisenin topraklarına ve mallarına el konulmuştur.
Papa engizisyon mahkemeleriyle Katolik Kilisesi’nin otoritesini devam ettirmeye çalışmıştır.
Protestan krallar ve prensler egemen oldukları bölgelerde din işlerinin mutlak hakimi haline gelmiştir.
Reform hareketleri sonucunda Avrupa’da oluşan siyasal ayrılıklar, Osmanlıların Avrupa içlerine ilerlemesini kolaylaştırmıştır.
Rönesans ve reform hareketleri Avruba' da gelişmei önleyen engelleri oratadan kaldırmıştır.
Avrupa’da yaşanan Reform hareketleri Osmanlı ülkesinde etkili olmamıştır. Osmanlı Devleti, hakimiyeti altında yaşayan Hristiyan halka din ve inanç yönünden geniş haklar tanımıştır. Osmanlı Devleti’nin Hristiyan halkı kilisenin suistimaline karşı koruması mezheplerin ve savaşların çıkmasını engellemiştir
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
17.YY OSMANLI DEVLETİ

Osmanlı İmparatorluğu’nun Duraklama Nedenleri

Merkezi Yönetimin Bozulması

Osmanlı merkezi yönetiminin bozulmasında;

XVII. yüzyıldan itibaren tahta çıkan padişahların devlet işlerine ilgisiz kalmaları ve ordunun başında seferlere çıkmamaları
Şehzadelerin sancaklara gönderilmemesinden dolayı, devlet işlerinde yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmadan devletin başına geçmeleri
Padişahların tecrübesizliğinden yararlanan saray kadınlarının ve ağalarının devlet yönetiminde etkili olmaları
Önemli makamların liyakata bakılmadan rüşvet ve iltimas yoluyla dağıtılması
gibi nedenler etkili olmuştur.

Devlet yönetiminde otoritenin sarsılması, halkın devlete olan güveninin azalmasına ve iç isyanların çıkmasına neden olmuştur.

Ekonominin Bozulması

XVI. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı ekonomisinin bozulmasında;
Coğrafi Keşiflerin etkisiyle ticaret yollarının yön değiştirmesi ve gümrük gelirlerinin büyük ölçüde azalması
XVII. yüzyılda Avusturya ve İran ile yapılan savaşların yüklü harcamalara yol açması
İhracatın azalması, ithalatın artması ve kapitülasyonların giderek Avrupalı devletlerin sömürü aracı haline gelmesi
Sömürgelerden Avrupa’ya yüklü miktarda altın ve gümüşün gelmesi, bu madenlerin bir miktarının Osmanlı ülkesine girmesi ve paranın değerini düşürerek enflasyonu artırması
Vergilerin yükseltilmesi üzerine köylerde yaşayan insanların vergilerini ödeyemeyerek tarımsal üretimi bırakmaları
Saray masraflarının artması
gibi nedenler etkili olmuştur.

Askeri Sistemin Bozulması

III. Murat döneminden itibaren kapıkulu ocaklarına kanunlara aykırı asker alınarak sayılarının artırılması
Yeniçerilerin geçim sıkıntısını ileri sürerek askerlik dışında işlerle uğraşmaları
İltizam sisteminin yaygınlaşması üzerine tımar sisteminin önemini kaybetmesi ve eyaletlerde asker yetiştirilmemesi
Denizcilikle ilgisi olmayan kişilerin donanmanın başına getirilmesi
Avrupa’da meydana gelen harp teknolojisindeki gelişmelerin takip edilmemesi
gibi etkenler Osmanlı askeri sisteminin bozulmasına neden olmuştur.

Sosyal Alandaki Bozulmalar

Tımar sisteminin bozulması, nüfusun artması ve Anadolu’da çıkan Celâli isyanları halkın devlete olan güvenini sarsmıştır. XVII. yüzyılda başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerin nüfusları hızla artmış, bu durum şehirlerde işsizliğe ve güvenliğin bozulmasına neden olmuştur.

Eğitim Sisteminin Bozulması

Osmanlı eğitim sisteminin temelini oluşturan medreselerin çağın gerisinde kalması ve Avrupa’da eğitim alanında meydana gelen yeniliklerin takip edilmemesi
Pozitif bilimlerin medreselerin müfredatından çıkarılması
Medrese öğrenimi görmemiş pek çok kişiye ilmi rütbeler verilmesi
Yeni doğmuş çocuklara müderrislik ünvanının verilmesi ve beşik uleması diye adlandırılan bir sınıfın ortaya çıkması
Dış Etkenler

Coğrafi Keşiflerle zenginleşen ve ekonomilerini güçlendiren Avrupa devletleri, Rönesans ve Reform hareketleriyle düşünce ve bilim hayatında önemli atılımlar yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki teknolojik ve bilimsel gelişmelere ayak uyduramamış, Avrupa’nın gerisinde kalmıştır.
XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu doğal sınırlarına ulaşmıştır. Sınırlarını çöllere, okyanuslara ve güçlü devletlere dayandıran Osmanlı Devleti duraklama sürecine girmiştir.
Avrupalıların Haçlı anlayışıyla Osmanlı İmparatorluğu’na hep birlikte saldırmaları duraklamaya neden olmuştur.
XVII. Yüzyılda Osmanlı – Avusturya İlişkileri

1593 – 1606 Osmanlı – Avusturya Savaşları

Sokullu Mehmet Paşa döneminde imzalanan antlaşma tarafların karşılıklı saldırılarıyla bozulmuş ve iki devlet arasında savaşlar başlamıştır. İki devlet arasındaki savaş Avusturya’nın isteğiyle Zitvatorok Antlaşması imzalanarak sona erdirilmiştir (1606).

Zitvatorok Antlaşması ile Osmanlı Devleti;

Avrupa’daki üstünlüğünü kaybetmiştir.
Avusturya kralı Osmanlı padişahına denk hale gelmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletleriyle hukuki eşitlik dönemi başlamıştır.
Viyana Kuşatması ve Osmanlı - Avusturya Savaşı

Avusturya, Orta Avrupa’da gücünü artırmak için Macaristan’a egemen olma politikası izlemiştir. Macarlara yardım etmeyi kabul eden Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sefere çıkarak Viyana’yı ikinci defa kuşatmıştır (1683). Osmanlı orduları Viyana önlerinde bozguna uğrayarak geri çekilmiştir.
Türklerin Viyana önlerinde bozguna uğraması, Avrupa’da büyük bir sevinç meydana getirmiş ve Papa’nın gayretleriyle Türkleri Avrupa’dan atmak amacıyla Kutsal İttifak kurulmuştur (1684). Bu ittifaka; Avusturya, Lehistan, Venedik, Malta şövalyeleri ve sonradan Rusya katılmıştır. 16 yıl devam eden savaşlarda Osmanlı Ordusu yenilmiş, kutsal İttifak devletleriyle Osmanlı Devleti arasında Karlofça Antlaşması imzalanmıştır (1699).

Karlofça Anlaşması'yla;
-Osmanlı Devleti Batıda ilk kez toprak kaybetmiştir.

-Osmanlı Devleti Orta Avrubadaki egemenliğini kaybetmiştir

-Avruba devletleri savunmadan saldırıya geçmiş ve askeri bakımdan üstünlükleri ortaya çıkmıştır.

Karlofça Antlaşması’ndan sonra Rusya ile Osmanlı Devleti arasında İstanbul Antlaşması imzalanmıştır (1700).

İstanbul Antlaşması’yla;

Osmanlı Devleti, Karlofça ve İstanbul Antlaşmaları’yla kaybettiği toprakları geri alabilmek amacıyla XVIII. yüzyılda Avusturya, Venedik ve Rusya ile savaşlar yapmıştır.
İç İsyanlar ve Sonuçları

İstanbul İsyanları

İstanbul isyanları kapıkulu askerlerinden yeniçeriler ve sipahiler tarafından çıkarılmıştır.

İstanbul isyanlarının çıkmasında;

Devlet yönetimindeki otorite boşluğundan yararlanan yeniçeri ağaları ve saray kadınlarının yönetimi olumsuz yönde etkilemeleri
Kapıkulu sisteminin değişmesi ve ocağa askerlikle ilgisi olmayan kişilerin alınması
Kapıkulu askerlerinin maaşlarının zamanında ödenmemesi veya ayarı düşük paralarla ödenmesi
Yeniçerilerin cülus bahşişi almak için sık sık padişah değiştirmek istemeleri
Devlet yönetiminde etkin olmak isteyen devlet adamlarının yeniçerileri kışkırtması
Yeniçeri ve sipahilerin çıkarları doğrultusunda hareket etmeyen padişah ve devlet adamlarını görevden uzaklaştırmak istemeleri
Kapıkulu askerlerinin disiplin altında tutulamaması
gibi nedenler etkili olmuştur.

İstanbul isyanları devlet düzeni değiştirmeye olmayıp, yönetimi şahıslara karşı yapılmıştır.
İstanbul isyanları sonucunda;

İsyancılar, daima isteklerini yaptırmayı başarmışlar ve Osmanlı merkezi idaresi üzerinde kapıkulu (özellikle yeniçeriler) askerlerinin etkisi artmıştır.
İsyancılar, padişah ve devlet adamlarını görevden almışlar, hatta öldürmüşlerdir.
İsyanlar İstanbul’da asayişin bozulmasına, halkın zor durumda kalmasına, şehirde yangınların çıkmasına ve yağmalamaların yapılmasına neden olmuştur.
Celâli İsyanları

XVII. yüzyılda Anadolu’da çıkan isyanlara “Celali İsyanları” denilmiştir.

Celâli isyanlarının sonucunda;

Eyaletlerde devlet yönetiminin bozulması ve vergi toplamada adaletsiz davranılması
Dirlik sisteminin bozulması ve dirliklerin dağıtımında haksızlıkların yapılması
XVII. yüzyılda savaşların uzun sürmesi ve yenilgiyle sonuçlanmasından dolayı askerden kaçanların Anadolu’da eşkiyalığa başlaması
Devşirme asıllı devlet adamlarının Anadolu halkıyla kaynaşamamaları
Merkezi otoritenin zayıflaması
Kadı ve sancak beylerinin kanunlara aykırı davranarak halkı zor duruma düşürmeleri
Osmanlı – İran ve Osmanlı – Avusturya savaşları
gibi nedenler etkili olmuştur.

Celâli isyanlarının sonucunda;

Anadolu’da devlet otoritesi sarsılmıştır.
Anadolu’da huzur ve güvenlik bozulmuş, birçok şehir ve kasaba harap olmuştur.
Üretim faaliyetleri azalmış, ekonomi bozulmuştur.
Vergiler toplanamamış ve devletin gelirleri azalmıştır.
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
TBMM DÖNEMİ:

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin

Açılması

Mebuslar Meclisi Misak-ı Milli’yi ilan edince Anlaşma Devletleri İstanbul’u işgal ederek Meclis’in çalışmalarını engellediler (16 Mart 1920).

Mustafa Kemal Paşa, Mebuslar Meclisi’nin bu şekilde sona erebileceğini tahmin ediyordu. Derhal kapanan meclisin yerine yeni bir meclisin açılması için çalışmalara başladı. 19 Mart 1920'de bir genelge yayınlayarak Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin toplanacağını, bunun için hemen seçimlerin yapılmasını, her sancaktan beş üyenin seçilerek 15 gün içerisinde Ankara’ya gönderilmesini istedi.

Mustafa Kemal Paşa Meclisin yetkileri ve hükümetin kurulması konusundaki görüşlerini bir önerge şeklinde TBMM’ye sundu. 24 Nisan 1920'de kabul edilen önergeye göre;

Hükümet kurmak gereklidir.
Geçici kaydıyla bir hükümet reisi tanımak veya padişah kaymakamı atamak doğru değildir.
Mecliste toplanmış milli iradeyi vatanın geleceğine hakim kılmak temel ilkedir. TBMM’nin üstünde güç yoktur.
TBMM yasama ve yürütme yetkisine sahiptir. Meclisten ayrılacak bir heyet Meclise vekil olarak hükümet işlerini görür. Meclis başkanı bu hükümetin de başkanıdır.
Padişah ve halifenin durumu bulunduğu baskıdan kurtulduktan sonra Meclis tarafından belirlenecektir. Önemi :
23 Nisan 1920'de TBMM’nin açılmasıyla yeni Türk Devleti kurulmuştur.
TBMM’nin üstünde güç olmadığı belirtilerek İstanbul Hükümeti yok sayılmıştır (3. madde).
“Geçici bir hükümet reisi tanımak doğru değildir.” maddesi ile Meclisin bağımsızlığı ve devamlılığı belirtilmiştir (2. madde).
İlk TBMM’de “güçler birliği ilkesi” ve “Meclis Hükümeti sistemi” kabul edilmiştir (4. madde).
“Türkiye Büyük Millet Meclisi” adının kullanılması kurulan yeni devletin milliyetçi bir karakter taşıdığını ve Türk milletine dayandığını ortaya koymaktadır.
TBMM, Mustafa Kemal Paşa’yı meclis başkanlığına seçti.
”Milli Egemenlik” ilkesinin gerçekleştirilmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır.
Çoğunluğu padişah ve halifeye bağlı olan bu insanları birleştiren temel amaç “Misak-ı Milli’nin gerçekleştirilmesi” idi. Mustafa Kemal Paşa inkılâpları sonraya bırakarak, öncelikle vatanın kurtarılmasını amaçlamış, böylece milli birliğin korunmasını sağlamıştır.
30 Nisan’da Mustafa Kemal Paşa, Avrupa devletlerinin dışişleri bakanlarına; TBMM’nin kurulduğunu, yabancı hükümetlerin, İstanbul Hükümeti ile yaptıkları ve yapacakları antlaşmaların Türk milletinin gerçek temsilcisi olan TBMM tarafından tanınmayacağını bildirmiştir.
1921 Anayasası’nın Kabulü (Teşkilât-ı Esasiye)

20 Ocak 1921 tarihinde “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” adıyla Türk Devleti’nin ilk anayasası olarak kabul edilmiştir.

1921 Anayasası’nın Önemli Maddeleri

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
Yasama ve yürütme gücü TBMM’ye aittir.
Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi’nce yönetilir ve “TBMM Hükümeti” adını alır.
Şer’i hükümlerin yerine getirilmesi TBMM’ye aittir.
Büyük Millet Meclisi başkanı, hükümetin de başkanıdır.
Kanun-u Esasi’nin Teşkilat-ı Esasiye ile çelişmeyen hükümleri geçerlidir.
Milletvekilleri seçimi iki yılda bir yapılır. Eski Meclisin görevi yeni Meclis toplanıncaya kadar devam eder.
Önemi

Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunun hukuki ve siyasal bir belgesi olmuştur.
Olağanüstü şartlardan dolayı çabuk karar almak ve hemen uygulayabilmek için “güçler birliği” ilkesi kabul edilmiştir (2. madde).
Ulusal egemenliğin tekliğine dayanarak İstiklâl Mahkemeleri meclis içinde kurulmuştur. Böylece TBMM yargı gücünü de kullanmıştır.
Dönemin şartları içinde ulusal birliği zedelememek için devletin rejimi belirtilmemiştir (1. ve 3. maddeler).
Meclis hükümeti sistemi kabul edilmiştir.
“Şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi” görevinin TBMM’ye verilmesi devlet yönetimini tek organda toplamayı amaçlamıştır. Bu durum 1921 Anayasası’nın “laik” olmadığını göstermektedir (4. madde)
1921 Anayasa'sında en önemli değişiklikler 29 Ekim 1923 tarihinde gerçekleşmiştir.Bu tarihte Cumhuriyet ilan edilerek devletin yönetim şekli belirlenmiş''Meclis Hükümeti'' sistemi yerine ''Kabine'' sistemine geçilmiştir.
Sevr Antlaşması ve Önemi

Osmanlı Devleti bu antlaşma ile başka devletlerin güdümü ve yönetimine bırakılmıştır.
Bu antlaşma ile I. Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı topraklarını paylaşmışlardır.
Türklere hayat hakkı tanınmadığı gibi, azınlıklar çok geniş haklara sahip olmuşlardır.
Osmanlı Anayasası’na göre barış antlaşmalarının mutlaka Mebuslar Meclisi tarafından onaylanması gerekliydi. Mebuslar Meclisi dağıtıldığından Sevr Antlaşması onaylanmadı. Bu yüzden Sevr, hukuki bakımdan geçerli değildir.
Sevr Barış Anlaşması'na TBMM'nin tepkisi çok sert oldu. Meclis bu kararı tanımadığını açıkladı.Sevr'i imazalanlar ve onaylayanlar vatan haini sayıldı.
:Türk milleti,yaptığı Kurtuluş savaşı'yla Sevr'in geçerliliğini Önlemiş ve Sevr yerine Lozan Barış Anlaşması yapılmıştır.
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
KURTULUŞ SAVAŞI:

Doğu Cephesi

22 Haziran 1920'de Yunan saldırısının başladığı sırada, Doğuda da Ermeni saldırıları sürekli artıyordu. Bu sırada Kızılordu’nun önünde Kafkasya yolu açılmıştı. Rusların Kars ve çevresini işgali an meselesiydi. Kızılordu’nun Kafkasya’ya girmesi üzerine TBMM Hükümeti taarruza karar verdi. 24 Eylül 1920'de Ermenilerin saldırıya geçmesi üzerine Türk ordusu da karşı taarruza başladı. Türk ordusu Misâk-ı Milli sınırlarına ulaşınca ilerleyişini durdurdu. Böylece Kâzım Karabekir komutasındaki Türk ordusu amacına ulaştı.

Türk ordusunun kazandığı başarılar Ermenilerin barış istemelerine neden oldu. Görüşmeler sonunda Gümrü Antlaşması imzalandı.

Gümrü Antlaşması’yla,

Yeni Türk Devleti’nin uluslararası ilk siyasi başarısı Gümrü Antlaşması’dır.
Misak-ı Milli’nin bir kısmı gerçekleşmiştir.
Ermenistan, TBMM’nin siyasal varlığını kabul ederek antlaşma yapan ilk devlet olmuştur.
Ermeniler, Sevr’i tanımadıklarını belirterek, Türk topraklarındaki iddialarından vazgeçmişlerdir.
Gümrü Antlaşması, dış ilişkilerimizi canlandırmıştır. Gürcistan ve Rusya ile ilişkilerin kurulmasında etkili olmuştur.
Güney Cephesi

İskenderun, Kilis, Antep, Maraş ve Urfa İngiliz, Mersin, Osmaniye ve Adana Fransız işgaline uğradı (Ocak 1919).

İngilizlerin çekilmesinden sonra Antep, Urfa ve Maraş Fransızlar tarafından işgal edildi. Fransızlar, Mısır ve Suriye’den getirdikleri Ermenileri örgütleyip Türkler üzerine saldırılar düzenlettirdiler. Bu durum Fransızlara karşı büyük bir tepkinin doğmasına neden oldu. Halk yaşadığı yerleri korumak amacıyla örgütlenmeye başladı. Sivas Kongresi’nde Güneydoğu illerinde de “Kuvay-ı Milliye” kurulmasına karar verildi.

Fransızlar, halkın direnişi karşısında Urfa, Antep ve Maraş’ı elde tutmanın mümkün olmadığını anladılar. TBMM’nin ardarda kazandığı askeri zaferlerle gerçeği anladı. Sakarya Savaşı’ndan sonra Ankara Antlaşması’nı imzalayarak Anadolu’da işgal ettikleri yerleri geri verdiler (20 Ekim 1921).

İtalyanlara karşı bir direniş olmamış ve cephe açılmamıştır. Bunun nedeni İtalyanların Ege bölgesinin Yunanlılara verilmesinden dolayı kırgınlık içinde bulunmaları ve Kuvay-ı Milliye hareketini desteklemeleridir. İtalyanlar ileride ekonomik açıdan sömürebilmek için halkla iyi geçinmeye çalıştılar. II. İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra işgal ettikleri yerleri terkettiler (5 Temmuz 1921).

Batı Cephesi

Birinci İnönü Savaşı (6 - 10 Ocak 1921)

Savaşın Nedenleri;

Türk ordusunun güçlenmesini engellemek
Çerkez Ethem Ayaklanması’ndan yararlanmak
TBMM Hükümeti’ne Sevr Barış Antlaşması’nı kabul ettirmek istemişlerdir.
Yunanistan ile yeni Türk devleti arasında yapılan savaşı, yeni kurulan Türk düzenli ordusu kazanmıştır.

Savaşın Sonuçları

Türk milletinin düzenli orduya olan güveni artmıştır.
TBMM, bu zaferden sonra Londra Konferansı’na davet edilmiştir.
Zaferden sonra Afganistan’la dostluk ve yardımlaşma anlaşması, Rusya ile Moskova Antlaşması imzalanmıştır.
Londra Konferansı (23 Şubat-12 Mart 1921)

I. İnönü Savaşı’nın kazanılması üzerine İngilizler de TBMM gerçeğini kabul etmek zorunda kaldılar.

İtilaf Devletleri, İstanbul Hükümeti’ni Londra Konferansı’na davet ettiler. İstanbul Hükümeti’nin göndereceği delegeler arasında M. Kemal’in ya da M. Kemal’in yetki verdiği birisinin de yer almasını istediler. Bu davranışlarıyla TBMM Hükümeti’ni tanımadıklarını göstermek istemişlerdir.

Londra Konferansı’nın Sonuçları

İtilaf Devletleri, TBMM Hükümeti’ni konferansa çağırmakla onun varlığını hukuken tanımışlardır.
Sevr Barış Antlaşması’nın çeşitli hükümleri tartışma konusu yapılmaya başlamıştır.
TBMM Hükümeti, bu konferanstan önemli sonuçlar beklemiyordu. Fakat konferansa katılmakla “Türkler barış görüşmelerine yanaşmıyorlar, savaşı uzatıyorlar” şeklindeki propagandanın önlenmesi sağlanmıştır.
Londra Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Anadolu’da Yunan saldırısı yeniden başladı. Bu durum II. İnönü Savaşı’na neden olmuştur.
Londra Konferansı sonrasında TBMM temsilcisi Fransa, İngiltere ve İtalya ile ikili antlaşmalar yaptı. Fakat bu antlaşmalarda “devletlerin eşitliği” ilkesine uyulmamıştır. Yapılan antlaşmalar TBMM tarafından onaylanmadığından yürürlüğe girmemiştir.
Moskova Antlaşması (16 Mart 1921)

I. İnönü Savaşı’nda Yunanlılara karşı kazanılan başarı ve TBMM temsilcisinin Londra Konferansı’na çağrılması üzerine Moskova Antlaşması imzalandı (16 Mart 1921).

Moskova Antlaşması’yla;

İlk defa büyük bir devlet TBMM’yi tanımıştır.
Sovyet Rusya, Misak-ı Milli’yi tanıyan ilk Avrupa devleti olmuştur.
Sovyet Rusya, Sevr Antlaşması’nı tanımadığını ilan etmiştir.
Her iki devlet de kendilerinden önceki döneme ait antlaşmaların geçersiz olduğunu bildirmiştir.
Batum Gürcistan’a, dolayısıyla Sovyet Rusya’ya bırakıldı. Buna karşılık Sovyetler, Kars ve çevresinin yeni Türk Devleti’ne ait olduğunu kabul ettiler. Dönemin olağanüstü şartlarından dolayı Batum Gürcistan’a bırakılmıştır. Bu durum Misak-ı Milli sınırlarından verilmiş ilk tavizdir.
II. İnönü Savaşı (23 - 31 Mart 1921)

I. İnönü Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Yunanlılar yeniden saldırıya geçtiler. Yunan saldırısının başlamasında:

Londra Konferansı’ndaki barış tekliflerinin TBMM Hükümeti tarafından kabul edilmemesi
İngilizlerin yeni bir saldırı konusunda Yunanlıları teşvik etmeleri
Yunanlıların Türk ordusunun teşkilatlanmasına fırsat vermeden Eskişehir ve Afyon’u almak, Ankara üzerine yürüyerek TBMM’yi dağıtmak istemeleri
Sevr Antlaşması’nın TBMM’ye kabul ettirilmek istenmesi
etkili olmuştur.

II. İnönü Savaşı’nın kazanılmasıyla:

Halkın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne olan güveni artmıştır.
İtalyanlar, Anadolu’da işgal ettikleri yerleri boşaltmaya başlamışlardır (5 Temmuz 1921).
M. Kemal Paşa, İsmet Paşa’ya bir telgraf çekerek tebrik etmiş ve; Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters alınyazısını da (makus talihini de) yendiniz.” demiştir.
Eskişehir - Kütahya Savaşları (10 - 24 Temmuz 1921)

Yunan saldırısının amacı; TBMM Hükümeti’ni dağıtarak kesin sonucu elde etmekti. Bütün güçleriyle hazırlanan Yunan ordusu geniş bir cephe üzerinde saldırıya geçti. Bu cephe İnönü’den Afyon’a kadar uzanıyordu. Türk ordusu henüz II. İnönü Savaşı’nın yorgunluğunu üzerinden atamadığından Yunan kuvvetleri karşısında başarılı olamadı.

Üstün kuvvetlerle yapılan Yunan saldırısı karşısında Türk kuvvetleri yenilgiye uğradı. Bu gelişmeler üzerine M. Kemal Paşa, İsmet Paşa’ya “Sakarya’nın doğusuna çekilmesi” tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine Türk ordusu Sakarya nehrinin doğusuna çekildi.

Başkomutanlık Kanunu’nun Çıkarılması

TBMM, Meclisin sahip olduğu yetkileri şahsında toplamak ve Meclis adına uygulamak üzere M. Kemal Paşa’ya üç ay süreyle Başkomutanlık yetkisi veren kanunu kabul etti (5 Ağustos 1921). Başkomutanlık Kanunu’nun çıkarılmasıyla M.Kemal Paşa;
TBMM’ye ait olan “yasama ve yürütme” yetkilerini doğrudan kullanmaya başladı.
İstiklâl Mahkemelerinin de kendisine bağlanmasıyla “yargı” yetkisine de sahip oldu.
Erzurum Kongresi’nde askerlik mesleğinden ayrılan M. Kemal Paşa, milli irade ile başkomutan oldu.
Tekâlif-i Milliye Emirleri (7 – 8 Ağustos 1921)

Mustafa Kemal Paşa başkomutan olduktan sonra Türk ordusunu yapılacak yeni savaşa hazırlamak amacı ile çalışmalara başladı. Ordu asker sayısı olarak yetersiz olduğu gibi silah ve teçhizat bakımından da çok zor durumda idi. Bundan dolayı Mustafa Kemal Paşa, Tekalif-i Milliye Emirlerini yayınladı. Çıkartılan kanun ile Türk ordusunun ihtiyaçlarının karşılanması ve savaş gücünün artırılması amaçlanmıştır.

Sakarya Meydan Savaşı (23 Ağustos - 12 Eylül 1921)

Yunan kuvvetleri 22 Ağustos 1921'de Sakarya nehrini geçerek Türk kuvvetleriyle karşılaştılar.

22 gün gece ve gündüz devam eden savaş 13 Eylül 1921'de Türk ordusunun zaferiyle sona ermiştir.

Sakarya Savaşı’nın Sonuçları

1683 Viyana bozgunu ile başlayan Türk gerileyişi Sakarya’da sona ermiştir.
Türk ordusu ilk defa savunma durumundan taarruz durumuna geçmiştir.
TBMM ile Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması yapılmıştır (13 Ekim 1921).
Kars Antlaşması ile Türkiye’nin Doğu sınırı kesinlik kazandı.
Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalanmıştır (20 Ekim 1921).
Yunanlılar taarruz gücünü kaybettikleri gibi, İngiltere desteğinden de mahrum kalmışlardır.
İtilaf Devletleri TBMM’ye ateşkes ve barış teklifinde bulunmuşlardır.
İtilâf Devletleri’nin Barış Teklifleri

2 Mart 1922 tarihinde İtilâf Devletleri Dışişleri Bakanları Türk ve Yunan taraflarına ateşkes teklifinde bulundular. Yapılan teklifte, “iki taraf arasında askersiz bölge bırakılması, her iki tarafın asker ve silah bakımından güçlenmemeleri, askeri açıdan Türk tarafının İtilâf Devletleri’nin denetimi altında bulunması ve çarpışmaların üç ay süreyle durdurulması” yer alıyordu. Böylece Türk ordusunun taarruz hazırlıkları durdurulacaktı. Bu teklifler Yunanlılar tarafından hemen kabul edildi. Türk tarafı ise bağımsızlık anlayışına ters düşen askeri denetim teklifini kabul etmediğini bildirdi. Ateşkesin ancak memleketimizdeki yabancı kuvvetlerin çıkmasıyla yapılabileceği belirtildi.

Büyük Taarruz

26 Ağustos 1922'de taarruz başladı. 27 Ağustos’tan itibaren Türk ordusunun üstünlüğü eline geçirmesi üzerine Yunan kuvvetleri geri çekilmeye başladı. Aslıhanlar bölgesinde yapılan bu savaşa Dumlupınar Meydan Savaşı denilmiştir. 30 Ağustos 1922 tarihinde de Yunan kuvvetlerinin tamamen yok edildiği ve Başkomutan Mustafa Kemal’in doğrudan yönettiği savaşa Başkomutanlık Savaşı denilmiştir. Yunan kuvvetlerinin yeni bir savaş hattı oluşturmalarına engel olmak amacıyla M. Kemal Paşa, “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” emrini verdi. Yunan kuvvetleri İzmir’e doğru kaçarken Türk ordusu 6 Eylül’de Balıkesir, 8 Eylül’de Manisa, 9 Eylül’de İzmir’e girdi. 17 Eylül’de ise Bandırma’ya ulaştı. 18 Eylül 1922 tarihinden itibaren Anadolu’da artık hiçbir Yunan kuvveti kalmamıştır.

Büyük Taarruz’un Sonuçları

Milli mücadele başarıya ulaşmıştır.
Anadolu’da İtalyan ve Fransız işgalinden sonra Yunan işgali de sona ermiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın askeri safhası başarıyla tamamlanmıştır.
Türk ordusu Çanakkale ve İzmit civarında İngiliz kuvvetleri ile karşı karşıya gelmiştir.
İçte milli birlik ve bütünlük sağlanmıştır.
Mudanya Ateşkes Anlaşması (11 Ekim 1922)

Mudanya Ateşkes Anlaşması’na göre:

Türk - Yunan kuvvetleri arasındaki savaş sona erecektir.
Yunan kuvvetleri Meriç nehrine kadar olan Doğu Trakya’yı 15 gün içinde boşaltacaklardır.
Doğu Trakya TBMM’nin jandarma kuvvetlerine bırakılacaktır. Ancak bu kuvvetler 8.000'i geçmeyecektir.
İstanbul, Boğazlar ve çevresinin yönetimi TBMM Hükümeti’ne bırakılacaktır. İtilaf Devletleri barış yapılıncaya kadar İstanbul’da kuvvet bulunduracaklardır.
Barış antlaşması yapılıncaya kadar Türk silahlı kuvvetleri Çanakkale ve İzmit yarımadasında belirlenen çizgiyi geçemeyeceklerdir.
Mudanya Ateşkes Anlaşması’yla:

Türk Kurtuluş Savaşı’nın askeri safhası sona erdi.
Yeniden silahlı çatışmaya girilmeden diplomatik başarılarla Doğu Trakya ve İstanbul kurtarıldı.
İstanbul, Boğazlar ve çevresinin TBMM Hükümeti’ne bırakılması ile Osmanlı Devleti hukuken sona erdi.
Lozan Antlaşması

Lozan Konferansı’nda Alınan Önemli Kararlar

Sınırlar

Suriye Sınırı : 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması’nda belirlenen sınırlar kabul edilmiştir.

Irak Sınırı : Musul-Kerkük sorunundaki anlaşmazlıktan dolayı sınır belirlenememiştir. Sınırın daha sonra TBMM ile İngiltere arasında yapılacak ikili görüşmelerle belirlenmesine karar verilmiştir.

Boğazlar

Boğazların idaresi, başkanlığını bir Türk’ün yapacağı uluslararası komisyona bırakılmıştır.
Boğazların her iki yakasında 20'şer km’lik askerden arındırılmış bölge oluşturulmuştur.
Oluşturulan askersiz bölgeye olağanüstü bir durum yaşandığında Türkiye’nin asker sokabileceği kararlaştırılmıştır.
Boğazlardan ticaret gemilerinin serbestçe geçmesine karar verilmiştir. Savaş gemilerine ise tonaj sınırlaması getirilmiştir.
İstanbul’daki işgal güçlerinin şehri bir buçuk ay içerisinde boşaltmaları kararlaştırılmıştır.
Kapitülasyonlar

Lozan’ın en çok tartışılan konusu, hiç taviz verilmeden çözülmüş ve kapitülasyonlar kesin olarak kaldırılmıştır.

Ermenistan Sorunu

Sevr Antlaşması ile Doğu Anadolu’da kurulmasına karar verilen Ermeni Devleti’nin kuruluşundan vazgeçilmiş ve bölgenin Türk toprağı olduğu kabul edilmiştir.

Adalar

Oniki Ada İtalyanlara, Bozcaada ve Gökçeada Çanakkale Boğazı’nı kontrol ettiği için TBMM’ye, diğer Ege adaları ise Yunanistan’a verilmiştir. Yunanistan’ın Anadolu kıyılarına yakın olan adaları askeri amaçları için kullanması yasaklanmıştır.

Borçlar

Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) kaldırılacaktır.
Osmanlı Devleti’nden ayrılan devletlere Osmanlı borçlarından hisse verilecektir.
Osmanlı borçlarının büyük bölümünü TBMM ödeyecektir.
Borçlar Türk lirası olarak ve taksitler halinde ödenecektir.
Azınlıklar

XIX. yüzyıl başlarından beri Türkiye’nin başını ağrıtan azınlıklar sorunu Türkiye’deki bütün azınlıkların Türk vatandaşı kabul edilmesi ile çözümlenmiştir. Azınlıklara, Türk vatandaşlarına tanınan tüm haklar tanınmış, ayrıcalıkları ise kaldırılmıştır. Türkiye’deki en kalabalık azınlık durumunda bulunan Rumların İstanbul’dakiler hariç Yunanistan’a gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Buna karşılık Batı Trakya hariç Yunanistan’da yaşayan Türklerin Türkiye’ye gönderilmesine karar verilmiştir.

Yabancı Okullar

Türkiye’deki yabancı okulların bağlı bulunacakları rejim Lozan’da bir esasa bağlanmıştır. Buna göre yabancı okullar Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı bulundukları tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaklardır. Türk Hükümeti bu okulların öğrenimini düzenleyecektir.

Savaş Tazminatı

Kurtuluş Savaşı’nın en büyük sorumlusu durumunda bulunan, Anadolu’nun büyük bir bölümünü tahrip eden ve Türk milletini iki yıl boyunca savaş felaketi ile karşı karşıya bırakan Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç’ı Türkiye’ye bırakmıştır.

Patrikhane

I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı boyunca azınlıklar ve dış güçlerle birlikte hareket eden Fener Patrikhanesi’nin, yabancı kiliselerle ilişki kurmaması şartı ile Türkiye’de kalması kabul edilmiştir
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
MONDROS ATEŞKES ANLAŞMASI VE SONRAKİ GELİŞMELER

Mondros Ateşkes Anlaşması

1. Çanakkale ve İstanbul Boğazları açılacak, Karadeniz’e serbestçe girişin sağlanması yanında, buralardaki istihkamlar müttefikler tarafından işgal edilecektir.

Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığı ve İstanbul tehdit aldına girmiştir.
Anadolu ve Rumeli topraklarının bağlantısı kesilerek Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü bozulmuştur.
2. Sınırların korunması ve iç güvenliğin sağlanması için gerekli görülecek askerlerin fazlası terhis edilecektir. Askeri kuvvetin sayısı Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında yapılacak görüşmelerden sonra kararlaştırılacaktır.

Osmanlı Devleti, askeri yönden savunmasız bir duruma getirilmiştir. Bu durum İtilaf Devletleri’nin işgallerini kolaylaştırmış ve Türk halkının silahlanarak direnişe geçmesine neden olmuştur.

3. İtilaf Devletleri güvenliklerini tehdit edecek bir durum ortaya çıktığında herhangi stratejik bir noktayı işgal edebilecektir.

Ateşkesin en tehlikeli maddesidir.
İtilaf Devletleri’nin istedikleri takdirde bütün Anadolu topraklarını ve stratejik noktaları işgal edebileceklerini göstermektedir.
İtilaf Devletleri işgalleri bu maddeye dayanarak yapmışlar ve Wilson İlkelerine de ters düşmekten kurtulmuşlardır.
4. Hükümet haberleşmeleri dışındaki bütün haberleşme istasyonları (telsiz, telgraf ve kablo) İtilaf Devletleri’nin denetimine verilecektir.

Bu maddeyle;

İtilaf Devletleri bütün haberleşme hatlarını ele geçirerek kendilerine karşı yapılabilecek organize hareketleri zamanında öğrenmeyi ve direnişleri bastırmayı amaçlamışlardır. Ayrıca, bütün istasyonların İtilaf Devletleri’ne bırakılması Anadolu topraklarının bütünüyle işgal edilebileceğinin belirtisidir.
İtilaf Devletleri haberleşme araçlarını ellerinde bulundurarak işgaller karşısında tepkilerin genişlemesini önlemek istemişlerdir.
5. İtilaf Devletleri bütün liman ve tersanelerden faydalanabileceklerdir.

6. Toros tünelleri, demiryolları ve deniz işletmeleri İtilaf Devletleri’ne bırakılacaktır.

7. Denizciliğe, askerliğe ve ticarete ait maddelerin ve malzemelerin tahribi önlenecektir.

5. 6. ve 7. maddelerle İtilaf Devletleri, ağır ekonomik yükümlülükler koyarak Osmanlı Devleti’nin ekonomik bağımsızlığını elinden almıştır. Böylece, ayakta duramayacak olan Osmanlı Devleti’ni kendilerine bağımlı hale getirmeye çalışmışlardır.

Vilâyat-ı Sitte’de (Erzurum, Van, Diyarbakır, Elazığ, Sivas, Bitlis) herhangi bir karışıklık çıktığında İtilaf Devletleri bu illeri işgal edebileceklerdir (Ateşkesin 24. maddesi).

24. maddenin İngilizce metninde altı vilayet “Six Armenian Vilayets” altı Ermeni vilayeti olarak geçmektedir. Bundan hareketle bu şehirlerin Ermenilere verileceği ve bölgede Ermeni Devleti’nin kurdurulacağı sezilmektedir. Ermeniler korunarak ileride kurulması planlanan Ermeni Devleti’ne ortam hazırlanmaya çalışılmıştır.

Osmanlı devleti,Mondros Ateşkesi'ni imzalayarak kayıtsız şartsız İtilaf Devletleri'ne teslim olmuş ve fiilen sonra ermiştir.Bu durumda Osmanlı Devleti çökmüş ,galip devletlerin hakkında vereceği klarara razı olmuş ve Anadolu'nun isgalini kapulenmiştir. İngiltere ise,tek başına ateşkesi imzalayarak Fransa ve İtalya'ya üstünlük sağlamıştır.
İşgallerin Başlaması

İtilaf Devletleri, Mondros Ateşkesi’nin hemen ardından Birinci Dünya Savaşı sırasında imzalanan gizli antlaşmaları yürürlüğe koymak için işgallere başladılar:

13 Kasım 1918’de 60 parçadan oluşan İtilaf Devletleri’nin donanması İstanbul’a geldi. Böylece Osmanlı Devleti’nin başkenti fiilen işgal edildi ve Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletleri’nin denetimine girdi. İtilaf Devletleri bir yandan da Boğazları işgal ederek bu bölgeye yerleştiler.

Osmanlı Devleti’ni Paylaşma Tasarıları

Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda, Osmanlı Devleti’nin yıkılmak üzere olduğunu gören İtilaf Devletleri, aralarında yaptıkları gizli antlaşmalarla Osmanlı topraklarını paylaştılar.

Birinci Dünya Savaşında İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli anlaşmaları Rusya'daki Bolşevikleri dünya kamuoyuna duyurdular.Bu nedenler gizli anlaşmaların uygulanması zorlaştı. Rusya 'nın savaştan çekilmesinden sonra paylaşım planları değişikliğe uğramamış,İtilaf Devletleri,Rusya'ya bırakınlan yerlerden Boğaları ortak yönetmeyi ,Doğu Anadolu'^yu parçalayıp buralarda yeni devletler kurmayı ve Ermenilere toprak vermeyi kararlaştırmışlardır. Gizli anlaşmalarla en büyük tepki Wilson İlkelerinin yayınlanmasıdır.Mondros'tan sonraki işgaller gizli anlaşmaların sonucudur.
İzmir’in İşgali ve Sonuçları

Yunanlılar İtilaf Devletleri’nin koruyuculuğu altında 15 Mayıs 1919’dan itibaren İzmir’i işgale başlamıştır.

Rumların çılgın tezahüratları arasında İzmir’e giren Yunan kuvvetlerine ilk kurşunu atan gazeteci Hasan Tahsin, Batı cephesinde ilk Türk direnişini başlatmıştır. Yunanlılar İzmir’e girdikten sonra birçok insanı öldürmüşler, subay ve sivil memurları tutuklamışlar ve halka kötü muamele yapmışlardır.

İzmir’in İşgalinin Sonuçları

Yunanlılara karşı silahlı direniş başlamış, Redd-i İlhak Cemiyeti’nin çalışmalarıyla Kuvay-ı Milliye teşkilatları kurulmuştur.
İzmir’e asker çıkaran Yunanlılar bölgede işgallere ve katliamlara başlamışlardır.
Yerli Rumların taşkınlıkları artmış ve şehir Rumlar tarafından yağmalanmıştır.
Anadolu’nun değişik yerlerinde İzmir’in işgalini protesto için mitingler yapılmıştır.
İzmir’in işgal edilmesi tehlikenin ne kadar büyük ve yakın olduğunu ortaya koymuş ve Kurtuluş Savaşı’nın başlamasını hızlandırmıştır.
Milli Cemiyetler

Trakya Paşaeli Cemiyeti

2 Aralık 1918’de Edirne’de kurulmuştur. Amacı mütarekeden sonra azınlıkların taşkınlıkları ve işgaller karşısında Trakya’da yaşayan Türklerin haklarını koruyup, direnişi sağlamak ve gerekirse silahla karşı koymaktı.

İzmir Müdafaa–i Hukuk–u Osmaniye Cemiyeti

2 Aralık 1918’de kurulmuştur. Cemiyet İzmir’in Yunanlılara verilmesini engellemeye, İzmir’in Türklüğü hakkında propaganda yoluyla dünya kamuoyunu inandırmaya ve haklarını korumaya çalışmıştır.

İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti

İzmir’de kurulan bu cemiyetin ilk adı “Müdafaa-i Vatan Heyeti” dir. İzmir’in işgalinden bir gün önce Redd-i İlhak Cemiyeti adını almıştır. Cemiyetin amacı; İzmir’in haksız olarak Yunanistan tarafından işgalini önlemek, İzmir ve çevresinin Türklere ait olduğunu dünyaya duyurmaktı. İzmir’in işgalinden sonra silahlı direnişe geçen Redd-i İlhak Cemiyeti’nin çalışmalarıyla Kuvay-ı Milliye birlikleri kuruldu. Ayrıca cemiyet Balıkesir ve Alaşehir Kongrelerinin toplanmasında etkili olmuştur.

Şark Vilayetleri (Doğu Anadolu) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

Cemiyet ilk önce Doğu illerindeki Müslüman halkın haklarını korumak amacıyla İstanbul’da kuruldu. 10 Mart 1919’da “Erzurum Müdafaa-i Hukuk” şubesi açıldı. Erzurum Müdafaa-i Hukuk şubesi, Doğu Anadolu’nun Ermenistan’a verilmesini engellemek amacıyla hızla örgütlenmeye ve çevre illerle ilişki kurmaya başladı.

Ayrıca cemiyet Ermenilerle mücadele etmek, Doğu illerinde Türklerin Ermenilere sayıca üstün olduğu kadar tarih, kültür ve uygarlık yönüyle de üstün olduğunu kanıtlamak için Fransızca Le Pays, Türkçe Hâdisât ve Albayrak gazetelerini çıkarmış, bu bölgeden göç edilmemesi, bilim, iktisat ve din alanlarında teşkilatların kurulması, bölgenin saldırılara karşı korunması, bölgenin haklarının savunulması gibi kararlar almıştır.

Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti

Trabzon ve yöresine yönelik Rum Pontus Devleti’nin kurulmasını engellemek ve Ermeni iddialarına karşı bölge halkının haklarını savunmak amacıyla Trabzon’da kuruldu.

Kilikyalılar Cemiyeti

Fransız ve Ermenilerin Adana ve çevresindeki emellerine ve işgallerine karşı 21 Aralık 1918’de Ali Fuat Paşa’nın girişimleriyle İstanbul’da kuruldu. Cemiyet, Adana’nın Fransız işgaline karşı savunulmasında etkili olmuştur.

Milli Kongre Cemiyeti

II. Meşrutiyet döneminde Türkçülük fikrini ve Türk milliyetçiliği hareketini Milli Eğitim vasıtalarıyla yaymak amacıyla kurulan “Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti” üyeleri tarafından 29 Kasım 1918’de İstanbul’da kuruldu. Partiler üstü bir cemiyet olarak kurulan Milli Kongre Cemiyeti’nin amacı; Türkler hakkında dünyada yapılmış ve yapılmakta olan propagandalara yayın yoluyla karşı koymak ve Türk milletinin haklarını, tarihi vazifelerini, medeni vasıflarını belirtmekti. 1919 yılında Milli Kongre Türkler hakkında tanınmış yazarların sözlerini, dünya kamuoyunda Türklerin durumu ve Ermenilerin Müslümanlara yaptıkları zulümler hakkında vesikalar ve Fransızca eserler yayımlayarak etkili olmuştur.

Sivas Kongresi'ne kadar birbirlerindn kopuk ve bağımsız hareket eden Milli Cemiyetker, Sivans Kongre'sinde Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri adıyla tek çatı altında birleştirilmişlerdir
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
İNKILAPLAR

Atatürk İnkılâplarının Amaçları

1. Türkiye’yi muâsır medeniyet seviyesinin üzerine çıkartmak

2. Modern Avrupa devletleri ile Türkiye’yi bütünleştirmek

3. Osmanlı Devleti’nden kalmış ve halkın ihtiyaçlarına cevap vermeyen müesseselerin yerine çağdaş müesseseler kurmak

4. Türkiye’de milli egemenlik ilkesini yerleştirmek

şeklinde sıralanabilir.

Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)

Saltanatın kaldırılmasıyla;

TBMM, Abdülmecid Efendi’yi halife seçerek, halifeliğin devam ettirilmesini sağlamıştır.
Milli egemenliğin gerçekleşmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır.
Saltanatın kaldırılmasıyla devletin lâikliği konusunda ilk aşama gerçekleştirilmiştir.
İtilâf Devletleri’nin Lozan Konferansı’nda ikilik çıkarma planları sonuçsuz kalmıştır.
Cumhuriyetin İlânı

29 Ekim 1923'te TBMM anayasa değişikliğini kabul ederek yeni Türk Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğunu onayladı.

Cumhuriyetin İlân Edilmesinin Sonuçları

Yeni Türk Devleti’nin yönetim şeklinin Cumhuriyet olarak belirlenmesiyle 1921 Anayasası’nda esaslı değişiklikler yapılmıştır. Türkiye’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet, dininin İslâm, resmi dilinin Türkçe olduğu şeklindeki madde Anayasaya konulmuştur.
Cumhuriyetin ilanı ile devlet rejiminin adı belirlenmiş, bu konudaki tartışmalar sona erdirilmiştir.
M. Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaşkanı, ilk Cumhuriyet hükümetini kurma görevini İsmet Paşa’ya vermiş, Fethi (Okyar) Bey de TBMM Başkanlığı’na seçilmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın seçilmesiyle devlet başkanlığı sorunu çözüme kavuşmuştur.
Meclis hükümeti yerine kabine sistemi getirilerek, yürütme işlerinin gecikmemesi sağlanmıştır.
Milli Mücadelenin başından beri amaçlanan ulusal egemenlik düşüncesi başarılı olmuş, çağdaşlaşma yolunda da önemli bir adım atılmıştır.
Cumhurbaşkanı seçimini Meclisin yapacağı kesinleşmiştir.


Halifeliğin Kaldırılması

Halifeliğin Kaldırılmasının Nedenleri

Saltanatın kaldırılması ve Vahdettin’in ülkeyi terketmesinden sonra TBMM, Abdülmecit Efendi’yi halife seçti. Çünkü kamuoyu henüz halifeliğin kaldırılmasına hazır değildi. Halbuki, Cumhuriyetin ilânı ve devlet başkanının seçilmesi ile halifeliğin rolü kalmamıştı.
Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanından sonra eski rejim taraftarlarının sığınabilecekleri tek güç olarak halifelik kalmıştı.
Bazı TBMM üyeleri, halifeyi milletin üzerinde görmeye başlamışlar, “TBMM Halifenin, Halife de TBMM’nindir.” şeklinde propagandalara girişmişlerdi.

Türkiye, çağdaşlaşma yolunda olduğuna ve laikliği amaçladığına göre halifeliğin böyle bir rejimde yeri yoktu.
Bütün bu sebeplerden dolayı 3 Mart 1924 günü alınan bir kararla halifelik kaldırıldı. Aynı gün;
Şer’iye ve Evkâf Vekâleti kaldırıldı. Böylece lâik devlet yolunda önemli bir adım atıldı. Daha sonra yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti Kaldırıldı. Böylece Genelkurmay Başkanlığı’nın hükümet ve siyaset dışına çıkması sağlandı.
Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkarılması kararlaştırıldı.
Halifeliğin Kaldırılmasının Sonuçları

Halifeliğin kaldırılması laikliğe geçişin en önemli aşaması olmuştur.
Halifeliğin kaldırılması Türkiye’de inkılâp sürecini hızlandırmış ve inkılâplar için elverişli bir ortam hazırlamıştır.
Türkiye’de ümmetçilik arayışları sona ermiştir.
Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri

Müdafaa-i Hukuk Grubu ve Halk Fırkası’nın Kurulması (9 Ağustos 1923)

TBMM 1 Nisan 1923'te tarihi görevini tamamlayarak seçimlerin yenilenmesini kararlaştırdı. M. Kemal Paşa da seçimlerden sonra Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin yerine Halk Fırkası’nı kurdu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk siyasi partisi olan Halk Fırkası’nın başkanlığına M. Kemal Paşa seçildi. Bu arada yapılan seçimlerle, ikinci grup mensupları meclisten tamamen uzaklaştırılmış oldu.

Ordunun Siyasetten Ayrılması

Mustafa Kemal Paşa, daha II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki Partisi’nde gördüğü ordu ile işbirliğini tenkit etmişti. Bu tecrübelerin ışığında önce 3 Mart 1924'te o zamana kadar hükümette yer alan Genelkurmay Başkanlığı politika dışında bırakıldı. Ardından komutanların milletvekili olmalarının kaldırılmasıyla ordunun siyasetten ayrılması sağlandı. Ordunun siyasetten ayrılması ile meclisteki rekabetin iç çatışmaya dönüşmesi önlenmiştir.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası

Mustafa Kemal Paşa’da mecliste demokrasinin yerleşebilmesi için yeni bir partinin kurulmasını gerekli görüyordu. Cumhuriyet rejiminin yerleşebilmesi için başka partilerin varlığı ve hükümetteki partinin denetlenmesi gerekiyordu.

Muhalif milletvekilleri hazırlıklarını tamamladıktan sonra 17 Kasım 1924'de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular. Partinin başkanlığına Kazım Karabekir getirildi.

Şeyh Sait İsyanı

İsyanın Nedenleri

Yenilik hareketlerinin hızlanması
İngiltere’nin kışkırtmaları
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın çalışmaları
Hilafet ve Saltanatı geri getirme düşünceleri
Şeyh Sait Ayaklanması 13 Şubat 1925'te Diyarbakır’da başladı. İsyancıların amacı Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak ve Osmanlı devlet düzenini geri getirmekti. İsyan kısa sürede Erzurum, Elazığ, Muş, Bitlis gibi doğu illerinde yayıldı. Ali Fethi Okyar Hükümeti isyanın bastırılmasında başarılı olamayınca istifa etti. Yeni hükümeti kuran İsmet Paşa aldığı askeri ve siyasi önlemlerle isyanı bastırdı.

Şeyh Sait Ayaklanması’nın Sonuçları

Doğu Anadolu Bölgesi’nde bozulan huzuru sağlamak amacı ile Takrir-i Sükun Kanunu çıkartıldı (4 Mart 1925). Bu kanun 1929 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti yıprandığı için İngiltere Musul sorununun kendi lehine çözülmesinde büyük avantaj sağlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik ilk isyan bastırılmıştır.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesi ile kapatılmıştır (5 Haziran 1925).
Türkiye’de çok partili hayata geçiş için yapılan ilk deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Şeyh Sait isyanı, Türkiye’de çok partili hayata geçiş için ortamın uygun olmadığını ve henüz demokrasinin tam anlamıyla uygulanamayacağını göstermiştir.
Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Menemen Olayı

Mustafa Kemal Paşa’nın onayıyla kurulan Serbest Cumhuriyet Partisi’ni kurdular (12 Ağustos 1930). Bir süre sonra teşkilâtlar oluşturmaya başladı. İşte bu esnada inkılâplara karşı olanlar partiye girmeye başladılar. Bir süre sonra inkılâplar, hükümet ve lâiklik aleyhine gösteriler ortaya çıktı. Fethi Bey’in kontrolünden çıkan olaylar, kendisini Mustafa Kemal Paşa ile karşı karşıya getirdi. 18 Aralık 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası kendi kendini feshetti. Böylece ülkemizde Cumhuriyetin ilânından sonraki çok partili hayata geçişteki ikinci deneme de başarılı olamadı. Bundan sonra Atatürk döneminde bir daha girişimde bulunulmadı. Ülkemizde çok partili hayat ancak 1946'da başlayabilmiştir.

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kendi kendini feshetmesinden sonra Menemen Olayı meydana geldi. Derviş Mehmet ve adamları 23 Aralık 1930'da Menemen kasabasında isyan ettiler. İsyanı bastırmaya gelen Asteğmen Kubilay öldürüldü. Menemen Olayı süratle bastırıldı. Bu olay, Serbest Fırka’nın kapatılmasının ne kadar yerinde bir davranış olduğunu göstermiştir.

Hukuk Alanındaki İnkılâplar

Hukuk İnkılâbının Nedenleri

Milliyet, din, mezhep ve tarikat farklılıklarından dolayı ülkede hukuk birliğinin sağlanamaması
Halkın evlenme, boşanma ve miras gibi konularda kendi dini kurallarını uygulaması
Ceza hukukunun şahısların güvenliğini sağlamada yetersiz kalması ve modern ceza hukukuna uymaması
Mahkemede tek yargıçın (kadı) bulunması
Kadın haklarıyla ilgili kanunların yetersiz kalması
İktisadi ve ticari hayatı düzenleyen kuralların yetersiz kalması
Müslüman olmayan azınlıkların kişisel hukuk ve aile hukukuna ait sorunları kendi dini kurallarına göre çözmeleri
Eski hukuk sisteminin çağın gelişmeleri karşısında yetersiz kalması
Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı medeniyetine katılmayı hedeflemesi
Devletin lâik bir karakter kazanmasının gerekliliği
Medeni Kanun’un Kabulü

TBMM, 17 Şubat 1926'da yeni Medeni Kanunu kabul etti. Bu kanun 6 Ekim 1926'da yürürlüğe girdi.

Medeni Kanun’un Kabulünün Sonuçları

Kadınlarla erkekler arasında toplumsal ve ekonomik alanda tam bir eşitlik sağlanmıştır. Kadınlara istediği mesleğe girme hakkı tanınmıştır.
Evlilik, devlet kontrolü altına alınarak resmi nikâh zorunluluğu kabul edilmiştir.
Çok kadınla evlenme yerine tek kadınla evlilik kararlaştırılmış, Medeni Kanun ile modern Türk ailesi kurulmuştur.
Mirasta kız ve erkek çocuklar arasında eşitlik sağlanmıştır.
Boşanmada serbestlik kaldırılarak belli şartlara bağlanmıştır.
Toplumsal hayat çağdaş gelişmelere göre düzenlenmiştir.
Kabul edilen kanunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına uygulanır hale getirilmiştir. Böylece hukuk bakımından vatandaşlar arasında din ve mezhep farkı gözetilmemiştir.
Türkiye’deki Müslüman olmayan topluluklar, Lozan Antlaşması’nın kendilerine tanıdıkları haktan vazgeçtiklerini ve Türk Medeni Kanunu’na uymak istediklerini bildirdiler. Hükümetçe de bu isteğin kabulüyle Avrupa devletlerinin müdahaleleri ortadan kalkmıştır. Patrikhane ve konsoloslukların mahkeme kurma yetkileri de sona ermiştir.
Hukuk birliği sağlanmıştır.
Türk Kadınlarına Siyasal Hakların Verilmesi

1930 yılında kabul edilen Belediye Kanunu ile kadınların belediye seçimlerine katılmaları sağlandı. 5 Aralık 1934'te kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı. Böylece Türk kadını hukuk alanında tam olarak erkeklerle eşit oldu. Avrupa devletlerinden çoğu, kadınlara bu imkânları sağlayamadan, Türk İnkılâbı’nın kadınlara siyasal haklar vermesi Atatürk’ün kadınlara verdiği değeri göstermektedir.

Eğitim Alanındaki İnkılâplar

Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924)

Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla;

Bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.
Azınlık ve yabancı okulların dini ve siyasi amaçlarla öğretim yapmaları önlenmiştir.
Yabancı okulların ders programlarına Türkçe kültür dersleri konmuş ve bu derslerin Türk öğretmenler tarafından okutulması sağlanmıştır.
Devlet eğitimin her çeşidiyle uğraşmaya başlamış, Milli Eğitim Bakanlığı bütün eğitim ve öğretim işlerinin tek sorumlusu haline gelmiştir.
Medreseler kapanmıştır.
Eğitimin lâikleşmesi alanında önemli bir adım atılmıştır.
Lâtin Harflerinin Kabulü (1 Kasım 1928)

Meclis, 1 Kasım 1928'de yeni harflere dair çıkardığı kanunla Arap harfleri yerine Lâtin alfabesini kabul etmiştir. Lâtin harflerinin kabulüyle;

Batı dünyası ile yakınlaşma yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Çağdaşlaşmada önemli bir engel oluşturan yazı meselesi çözümlenmiştir.

Okuma-yazma oranı sürekli artarken, basılan kitap sayısında da büyük bir artış meydana gelmiştir.

Yeni Tarih Anlayışı

Atatürk, Türk tarihinin sadece İslâm ve Osmanlı tarihleriyle sınırlı olmasını kabul etmiyordu. Bu nedenle tarih konusunda araştırmalar yapmak üzere Türk Tarih Kurumu’nu kurdu (15 Nisan 1931). Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla milli tarih anlayışı yolunda önemli bir gelişme kaydedildi.

Türk Dilinin Geliştirilmesi

Atatürk, dil çalışmalarının planlı bir şekilde yapılmasını sağlamak amacıyla Türk Dil Kurumu’nu kurdu (12 Temmuz 1932).

Dil inkılâbıyla ;

Türkçeyi, Osmanlıların halk tarafından benimsenmemiş kelime ve kurallarından arındırmak
Yabancı kelimeler yerine halk arasında kullanılan ya da yazılı kaynaklarda yer alan yeni kelimeler türetmek
Türkçenin zenginliğini ortaya koymak
Türkçenin bilim dili konusunda da gelişmesini sağlamak
amaçlanmıştır.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu'nun kurulması milliyetcilik ilkesi doğrultusunda yapılmıştır.
Toplumsal Hayatın Düzenlenmesi

Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması

(30 Kasım 1925)

30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan bir kanunla tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştır. Böylece Türk toplumunun çağdaşlaşması ve lâikleşmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır. Yine aynı kanunla “şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, türbedarlık” gibi ünvanlar kaldırılmıştır.

Kılık - Kıyafetin Düzenlenmesi

25 Kasım 1925 tarihinde şapka Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla Türk erkeklerinin başlık olarak şapka giymesi kararlaştırılmıştır. 1934 yılında çıkarılan bir kanunla da hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun din adamlarının mabetler ve ayinler haricinde dini kıyafetle dolaşmaları yasaklandı. Sadece Diyanet İşleri Başkanı, Rum ve Ermeni Patrikleri, Hahambaşı her zaman dini kıyafet giyebileceklerdi.

Kılık-Kıyafet düzenlenmesi çalışmaları çağdaşlaşma ile işgilidir.
Ölçüler ve Takvimde Değişiklik

Batılı devletlerle olan münasebetlerini geliştirmesi için takvim ve ölçülerin de düzenlenmesi gerekiyordu. 26 Aralık 1925 tarihinde çıkarılan bir kanunla çağdaş dünyanın kullandığı Milâdi Takvim kabul edildi. 1 Ocak 1926'dan itibaren de uygulandı. Yine aynı tarihte uluslararası saat kabul edilerek gün, gece yarısından başlatıldı ve yirmidört tane saat birimine ayrıldı.

Osmanlı ülkesinde uzunluk ve ağırlık ölçüleri de geleneklere göre düzenlenmişti. Okka, arşın, endaze, kile vb. yörelere göre değişen ölçülerin kullanılması ekonomik hayatta bazı karışıklıklara neden oluyordu. 1931 yılında kabul edilen bir kanunla metre ve kilo sistemi getirilerek ticaret ve ekonomi alanlarında işlemler kolaylaştırıldı. Yurdun her tarafında düzenli bir ölçü sistemi kuruldu.

Batılı ülkeler pazar günü tatil yapmaktaydı. Türkiye’nin bu ülkelerle ekonomik ilişkileri gelişmekte olduğundan hafta tatilinin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. 1935 yılında alınan bir kararla pazar günü hafta tatili olarak benimsendi.

Soyadı Kanunu’nun Kabulü (21 Haziran 1934)

Kişilerin toplumsal hayatta kolaylıkla tanınmaları amacıyla 21 Haziran 1934'te Soyadı Kanunu kabul edildi. Bu kanuna göre her aile bir soyadı alacak, soyadları Türkçe olacak, rütbe, memurluk, yabancı ırk, millet adları ile ahlâka aykırı ve gülünç kelimeler soyadı olarak kullanılamayacaktı. Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra TBMM Türk milleti adına, M. Kemal’e Atatürk soyadını vermiştir.

1934 yılında çıkarılan diğer bir kanunla “ağa, hacı, hoca, hafız, hocaefendi, bey, paşa, hanım, hanımefendi” gibi eski toplum zümrelerini belirten ünvanlar kaldırıldı. Aynı kanunla, eski Osmanlı idarecilerinin verdiği tüm nişan ve rütbeleri taşımak yasaklandı.

Ekonomi Alanındaki Gelişmeler

İzmir İktisat Kongresi (18 Şubat - 4 Mart 1923)

İzmir İktisat Kongresi’nde;

1. Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dallarının kurulması

2. Küçük imalattan süratle fabrikaya geçilmesi

3. Özel sektörce yapılamayan teşebbüslerin devletçe gerçekleştirilmesi

4. Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulması

5. İşçilerin durumunun düzeltilmesi gibi kararlar alınmıştır.



Milli Ekonominin Kurulması

Tarım

Osmanlı İmparatorluğu döneminde köylü, ağır vergiler altında eziliyordu. Özellikle âşâr vergisi köylüler için büyük yük haline gelmişti. Âşâr vergisi genel bütçe gelirinin % 40'ını oluşturuyordu. Yeni Türk Devleti böyle bir gelirden vazgeçti. 17 Şubat 1925'te çıkarılan bir kanunla âşâr vergisi kaldırılarak yerine arazi vergisi konuldu. Böylece köylünün rahatlaması sağlanmıştır.
Köylüye yardım etmek amacı ile tohum ıslah istasyonları, numune çiftlikleri kuruldu. Traktör kullanılması teşvik edilerek ucuz alet ve makina dağıtıldı. Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Yüksek Ziraat Enstitüleri açılarak tarımla ilgili bilimsel araştırmalar yapılmasına imkân hazırlandı. Tarım faaliyetlerini geliştirmek ve çiftçilere kredi kolaylığı sağlamak amacıyla Ziraat Bankası geliştirilerek kredi imkanları artırıldı.

Sanayi

Kurtuluş Savaşı’nın sonunda İstanbul, İzmir ve Adana’da birkaç dokuma fabrikası ile İstanbul’da bir askeri fabrika ülkenin sanayi gücünü meydana getiriyordu. Halbuki, kalkınmak için sanayileşmenin gerçekleşmesi gerekiyordu.

Sanayi kuruluşlarını teşvik amacıyla 28 Mayıs 1927 tarihinde “Teşvik-i Sanayi Kanunu” çıkarıldı. Bu kanunla özel teşebbüse yatırım yapmada pek çok kolaylıklar sağlanmıştır. 1929 yılından itibaren gümrük tarifelerinin yükseltilmesi de, memleketimizdeki sanayii dış rekabette korumayı amaçlamıştır.

Yeni devletin kuruluşundan 1933'e kadar geçen dönemde sanayileşme istenilen seviyede gerçekleşmemiştir. Bu durumda;

Gelir seviyesinin çok düşük olması
Özel sektörün yetersiz olması
Teknik bilgi yetersizliği
1929'a kadar sanayinin dışa karşı himaye edilememesi
Özel sektörün Teşvik-i Sanayi Kanunu’na rağmen yapabildiği yatırımların miktar ve çeşit itibariyle yeterli olmaması
1929 dünya ekonomik bunalımının olumsuz etkileri gibi nedenler önemli rol oynamıştır.

Ülkemizde 1934 yılında ilk defa planlı ekonomiye geçildi. 1934 - 1939 yılları arasında “Birinci Beş Yıllık Plan” uygulandı. Hazırlanan bu plana göre, özel sektörün gerçekleştiremeyeceği yatırımlar devlet eliyle yapılmaya başlandı. Plân doğrultusunda dokuma, demir, kâğıt, cam ve kimya alanlarında 1937'ye kadar onaltı fabrika kuruldu. Fabrikaların işletmeye açılmasıyla dışarıdan alınan mallar yüzde elli oranında azaldı. “İkinci Beş Yıllık Plân” ise İkinci Dünya Savaşı’ndan dolayı uygulanamadı. Fakat, 1945 yılına kadar süren savaş esnasında Türkiye, dışarıya muhtaç olmadan kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmiştir. Sümerbank’ın açılmasıyla elde edilen başarı, yeni kuruluşların açılmasını teşvik etmiş ve maden işleri ile uğraşacak Etibank ve Maden Tetkik Arama Enstitüsü kurulmuştur (1935). Böylece sanayide devletçilik ilkesi iyice yerleşmiştir.

Yeni dönem, sanayi alanındaki hizmetlerin doğrudan devlet tarafından gerçekleştirildiği Devletçilik politikasının uygulandığı bir dönem olmuştur.
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
VEKTÖRLER

Fizik deneye ve ölçmeye dayalı bir bilim dalı olduğundan, ölçme sonuçları kesin ve anlaşılır bir biçimde ifadeedilmelidir. Ölçmeleri ifade etmek için kullanılan en basit ve genel dil sayılardır.

Fizikte bazı büyüklükler sayılarla ifade edilebildiği halde, bazılarının ifade edilebilmesinde sayılar yeterli olmamaktadır. Sayılarla birlikte yönün de belirtilmesi gerekir. Bu nedenle fizikte büyüklükler skaler ve vektörel büyüklükler olmak üzere iki gruba ayrılır.

1. Skaler Büyüklükler

Kütle, enerji, sıcaklık, iş, elektrik yükü, zaman, hacim … gibi fiziksel büyüklüklerde yön ve doğrultu söz konusu değildir. Bu büyüklüklerin sayısal değeri ile birimi verildiği zaman büyüklük hakkında yeterli bilgiye sahip oluruz. Bu tür büyüklüklere skaler büyüklükler denir.

2. Vektörel Büyüklükler

Hız, kuvvet, ivme, yer değiştirme gibi fiziksel büyüklükler yönlü büyüklüklerdir. Bu tür büyüklükler yalnız sayı ve birimle ifade edilemez. Büyüklüğü, başlangıç noktası, yönü ve doğrultusu ile bilinebilen niceliklere vektörel büyüklükler denir.

30 km/saat hızla giden bir tren denildiği zaman, olay net olarak ifade edilmemiş demektir. Hangi yönde gittiği sorusu akla gelmektedir. Örneğin kuzeye doğru 30 km/saat hızla giden tren denilseydi, tam olarak ifade edilmiş olurdu.
 

rangers17

Üye
6 Ağu 2015
178
0
Benide eklermisiniz klübe? Ygs Ve Lys çalışan biri olarak yardımcı olabilirim çoğu konuda..
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
PROTEİNLER
Özellikleri
N(Aminoasit)’in dehidrasyonu ile birleşmeleri ile oluşur.
Yapımında en az 1 çeşit aminoasit bulunur.
Yapımında en çok 20 çeşit aminoasit bulunur.
Sentezlerinde n-1 kadar H2O açığa çıkar.
Hücrede ribozom larda sentezlenir.
Hücrelerde kullanılan karakter çeşidi kadar protein bulunur.
Hidrolizinde n-1 kadar H2O açığa çıkar.
Yapısında n-1 kadar peptid bağı bulunur.
Globülar (küresel) proteinler enzimler ve hormonlar suda çözünür. Lifli proteinler hücre zarı kes ve derideki yapısal proteinler suda çözünmez.
Biuret çözeltisi ile mor renk , nitrik asit ile sari renk verirler.
Hücre zarından geçemezler.
Kan ve doku sıvısında bulunurlar.
Her canlının proteini kendine özgüdür. Ancak canlılarda kullanılan ortak proteinlerde vardır. ÖRN : Solunum enzimleri
Benzer proteinlerde amino asitlerin sayısı , dizilişi , sırası ve tekrarlanışı aynıdır. Farklı proteinlerde farklıdır.
Yapısında peptid , hidrojen bağı ve disülfit bağları vardır.

Amino Asitler
Suda çözünürler.
Hücre zarından geçerler.
Sindirim enzimlerinden etkilenmezler.
Bütün amino asitlerde değişen sadece radikal gruptur.
A.asitlerin amino grubu asit, karboksil grubu baz özelliktedir. Bu nedenle 7-Kuvvetli asitler karşısında baz, kuvvetli bazlar karşısında asit gibi davranır.
Kanda ve doku sıvısında bulunurlar.
Peptid bağları :A.asitlarin amino grubu ile karboksil grupları arasında kurulur.
Molekül er yapıları:
Proteinlerde çeşitlilik
Amino asit sayısı.
Amino asitlerin çeşidi .
Amino asitlerin dizilişi.
Amino asitlerin tekrarlanışı.
Amino asitlerin birbirlerine oranı.
Denaturasyon
Proteinler DNA’daki kalıtsal şifreye göre sentezlenir. Bu şifre proteinin amino asitlerinin sayısı , sıralanışı dizilişi ve tekrarlanışını belirler. Amino asitlerin birinin sayısı sırası değişirse farklı proteinler ortaya çıkar. Kalıtsal bilgideki değişmeler proteinlerde değişmeye yol açar.Proteinlerin ilk sentezlendiklerinde sahip oldukları primer yapı fonksiyonel değildir.Primer yapıdan oluşan zayıf hidrojen bağları ve disülfit ile protein boyut kazanarak fonksiyonel olan sekonder , tersiyer ve kuaterner yapılar oluşur.Zayıf hidrojen bağlarının yüksek ısı , asit , yüksek basınç gibi etkilerle bozulmasına dolayısı ile fonksiyonun kaybedilmesine neden olur. Bu yapının bozulması olayına denaturasyon adı verilir.
Görevleri
Yapısal görevi : Hücre zarı , organel , kas hücrelerinde aktin miyozin flamentleri gibi yapıları oluşturur.
Enzim görevi : Biyokimyasal reaksiyonları katalizler.
Taşıma görevi : Hemoglobin vücutta O2 ve CO taşır.
Tanıma görevi : Hücre zarındaki özel proteinler moleküllerin tanınıp hücreye alınmasında rol oynar.
Hormonal görev : Hormonların yapısını oluşturarak vücutta yaşamsal olayların düzenlenmesinde rol oynar.
Savunma görevi : Antikorlar halinde vücudun savunmasında rol alır.
Enerji kaynağı : Gereksinim duyulduğunda enerji kaynağı olarakta kullanılır.
Osmotik basıncın korunmasında : Kanda bulunan proteinler kan ile doku sıvısı arasında osmotik basıncın ayarlanmasını sağlayarak madde alış verişinde rol oynar.
Dokularda fonksiyonel yapı olarak : Kaslarda aktin ve miyozin , bağ dokusunda fibroblastların oluşturduğu lifler , sinir dokusunda nöronlar.
Akseptör olarak : Klorofil ve ışık akseptörleri .
Koruma : Yılan zehiri gibi.
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
VARLIK FELSEFESİ

Varlığı konu olarak ele alan felsefe, genel bir varlık kavramı üzerinde durur. Varlık, evrende varolan herşeyin ortak adıdır. Buna göre varlık, insan bilincinin dışında ondan bağımsız olabileceği gibi, insan bilincinin içinde, zihne bağımlı olarak da bulunabilir. Örneğin, ağaç, kalem, ev gibi nesneler insan zihninden bağımsız olarak varolan gerçek varlıklardır. Bu tür (gerçek) varlıklar zamana ve mekana bağlı olarak değişir, gelişir ve yok olabilirler.

Sayılar, geometrik şekiller, p (pi) sayısı gibi insan bilincinde ve ona bağımlı olarak varolan düşünsel (ideal) varlıklar da vardır. Bu varlıklar zaman ve mekan dışı olup zihnimizde var olarak kabul ettiğimiz varlıklardır.

Felsefe, düşünsel ve ideal varlığı biraraya getirip genel bir varlık kavramı üzerinde dururken,

“Varlık nedir?”,

“Varlık var mıdır?”,

“Varlığın ilk maddesi nedir?”

gibi sorular sorar. Felsefe, varlıkla ilgili çeşitli soruları problem olarak ayrı ayrı inceleyip tartışma konusu yaparken, iki yaklaşım ortaya çıkar.

Varlık, felsefenin konusu olduğu gibi bilimin de konusunu oluşturur. Ancak felsefe ile bilimin varlığı algılayışları ve yaklaşımları arasında farklılık vardır. Felsefe açısından varlık, bir yönüyle değil, genel olarak ele alınır. Varlığın var olup olmadığı sorgulanır. Felsefede varlık, akıl yoluyla, saf düşünce etkinliğiyle yorumlanır.

Buna karşılık bilime göre varlık; her durumda var olarak kabul edilir. (Felsefedeki gibi var olup olmadığı sorgulanmaz.)

Ayrıca her bilim, varlığın bir yönünü konu alır. Biyoloji canlı varlığı, psikoloji insanın psişik yönünü, coğrafya yerküreyi konu edinir.

1. ****fizik Açısından Varlık

İlk sebeplerin ve nesnelerin ilkelerinin bilgisidir. Bu yüzden o, bilimin ele alamadığı kimi konuları inceleyen, onları açıklamaya çalışan bir bilgi dalı durumundadır.

****fiziğin üç ana konusu vardır: Tanrı ve Tanrı’nın varlığının kanıtlanması, dünyanın varlığı, ruh ve ruhun ölümsüzlüğü.

****fiziğin bu konularına hiçbir zaman tartışmasız kabul edilen açıklamalar getirilememiştir. Çünkü, ****fizik, varlığın özel alanlarını konu alan tek tek bilimler gibi kesin bir bilim olamaz. Ama insan genel olarak bu konular üzerine soru sorma yeteneğini kaybetmediği ve bilimlerin çalışma alanlarında yeni sorular oluştuğu sürece ****fizik, bir tür bilme etkinliği olarak varlığını ve önemini koruyacaktır.

Kant, “İnsan aklı, bilgisinin belli bir türünde özel bir kaderle karşı karşıyadır. İnsan aklı bu bilgisinde öyle sorular tarafından rahatsız edilmektedir ki, akıl onları ne yadsıyabiliyor, ne de yanıtlayabiliyor” demektedir. İşte bu alan ****fiziktir.

2. Ontoloji Açısından Varlık

Varlığı ele alan, irdeleyen bilgi dalı ontoloji, varlığı iki temel problem açısından ele alır:

Varlığın var olup olmadığı sorunu
Varlık varsa, bunun ne olduğu sorunu
“Varlık var mıdır?” sorusuna verilen birbirine karşıt yanıt vardır.

Nihilizm: Bilginin mümkün olduğu görüşünü reddeden, kendisinden şüphe edilemeyen hiçbir şeyin olmadığını öne süren ve maddi gerçekliğin varlığını yadsıyan bir öğretidir. Bunun nedeni “varlığın varolup olmadığını bilmenin imkânsız görülmesinde yatar. “Varlık var mıdır?” sorusunu olumsuz karşılar ve “yoktur” diye cevaplar.

Bu yaklaşımı, Gorgias, “Hiçbirşey yoktur, olsa bile bilinemez, bilinse bile başkasına aktarılamaz” sözüyle vurgulamıştır.

Realizm: Varlığı var olarak kabul eder. İnsan bilincinden bağımsız olarak varlığın mevcut olduğunu iddia eder. Realizme göre, biz varlığı ya doğrudan duyularımızla algılarız ve algıladığımız evren bizim kavradığımız gibidir. Ya da zihnin imkânları aracılığıyla onun varlığını biliriz.

Ancak, varlığın varolduğu kabul edildikten sonra, zihne kaçınılmaz olarak “Varlığın ne türden bir varlık olduğu” sorusu belirir. Filozoflar bu soruya farklı şekillerde cevap vermişlerdir.

3. Varlığın Ne Olduğu Problemi

a. Varlığı “Oluş” Olarak Kabul Edenler

Varlıkta sürekli bir değişme ve oluşun gerçekleştiğini savunan yaklaşımdır. Bu anlayış, varlığın statik bir açıdan ele alınamayacağını, onun bir değişme ve oluş süreci olarak görülmesi gerektiğini savunur. O halde evren, mekanik bir varlık değil, canlı bir oluştur.

Oluş görüşünü savunan Herakleitos, bu düşüncesini “Değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir” sözüyle dile getirmiştir. Oluşun başlangıcı ve sonu yoktur. Hayat da, bu sürekli varoluş ve yok oluşun ard arda gelişinden ibarettir.

b. Varlığı “idea” Olarak Kabul Edenler

Varlığın idea (düşünce) dan oluştuğunu savunan, varolan herşeyi düşünceye bağlayan, insan düşüncesinden bağımsız bir nesneler dünyasının ya da bir gerçekliğin varlığını yadsıyan yaklaşımdır.

İdealistler, maddenin gerçek olmadığını, gerçeğin zihnimizde yer alan ide’lerden oluştuğunu savunurlar. Örneğin güzellik idesi, güzel diye algılanan bütün varlıklardan daha gerçektir. Bunun gibi ağaç idesi de, şu ağaçtan daha fazla bir şey ifade eder. Çünkü ikinciler varlıklarını birincilerden almışlardır. Güzel diye algılanan bir çiçek yok olur, unutulur ama çiçek fikrinin kendisi yok olmaz.

Platon: Platon’a göre gerçek varlıklar idealardır. Duyusal dünyadaki varlıklar idealardan pay almak suretiyle var olurlar. Bunlar ideaların yalnızca görünüşleridir.

Aristoteles: Aristoteles, idea olarak belirttiği formu varlığın içinde görmüştür. İdealar tek tek nesnelerin özüdür. Madde, bu form sayesinde biçim kazanır ve gerçek olur. Örneğin bir heykelin ideası, sanatçının ona verdiği form, yani biçimdir.

Hegel: Asıl ve gerçek varlık, insan zihninden bağımsız olarak var olan Mutlak akıl (Geist) dır. Bu Mutlak akıl, evrensel ve manevi bir varlıktır. Bu görüşün idealist olarak değerlendirilmesinin nedeni, Hegel’in varlığı temelde tinsel bir töz olarak belirlemesidir.

c. Varlığı “Madde” Olarak Kabul Edenler

Varlığı madde olarak ele alan görüşe materyalizm denir. Materyalizm, evrendeki tek cevherin madde olduğunu, maddenin düşünceden bağımsız olarak varolduğunu ve bütün varlıkların maddeden türediğini ileri sürer. Bilinç, ruh gibi tinsel varlık da dahil, bütün varlığı madde olarak anlar ve maddenin dışında başka bir varlık olduğunu kabul etmez. Düşünme, hayal gibi olayları da maddenin kuvvet ve hareketleriyle açıklar.

Demokritos: Var olan her şeyi sonsuz sayıda atoma ayırmıştır. Her şey atomların birbirlerine çarpması sonucunda, mekanik bir zorunlulukla oluşur. Atomlar belli bir sıra ile birleşerek veya ayrılarak varlıkları oluşturur.

Hobbes: Gerçekte var olanın, cisim veya madde olduğuna inanır. Ona göre dünya mekanik hareket kanunları tarafından yönetilen cisimlerin bütünüdür. Bütün gerçeklikler yalnızca maddi olarak düşünülebilir.

Marks: Evrendeki hareket ve değişme maddeden başka bir şey değildir. Ona göre madde biçim değiştirir. Tüm değişmelerin temelinde karşıtlık ve çatışma vardır. Düşünce, maddeden sonra gelen ve ona bağlı olan varlıktır.

d. Varlığı Hem “Düşünce” Hem “Madde” Kabul Edenler

Varlığın düşünce ve madde gibi iki cevherden meydana geldiğini savunan anlayışa dualist anlayış denir. Dualizm, varlıkta daima iki prensibin varlığını kabul eder.

Descartes: Varlıkta iki töz vardır: Biri “ruh”, öteki de “madde”. Ruh düşünen , madde de yer kaplayan bir tözdür. Bunlar arasında hiç bir birleşme noktası yoktur. Yalnızca insanda bir araya gelirler.

e. Varlığı “Fenomen” Olarak Kabul Edenler

İnsan zihninden tam anlamıyla bağımsız olmayan bir varlık alanı vardır; insan bu varlık alanını bilebilir. İnsanın bilinci tarafından belirlenen bu varlığa “fenomen” denilmektedir. Fenomen, insana görün-düğü şekliyle varlıktır. Fenomene, Husserl’in “özü görme” denilen yöntemiyle ulaşılabilir.

Husserl: Var olanın yalnızca fenomenler olduğunu söyler. Bu fenomenin insan bilinci tarafından bilinebileceğini savunur. İnsan onların özünün bilgisini edinebilir.

Ona göre varlığın bilinçten bağımsız bir var olma durumu yoktur; varlıklar bilincimizin bilgi nesneleri olarak vardırlar. Yani bizim zihnimizin olanakları çerçevesinde var olurlar.
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
BİLİM FELSEFESİ

Bilimin yapısını, doğasını, bilimsel kuramlarla gerçeklik arasındaki ilişkiyi ve bilimde yöntem problemini ele alır. Yani, bilim felsefesi, bilimle ilgili sorular sorarak, bilim üzerine felsefe yapar.

19. ve 20. yüzyıllarda bilimin olağan üstü başarı sağlaması, ona olan ilgiyi büyük ölçüde artırmış; bu ilgi, düşünen kişileri neyin bilim olduğu, neyin bilim olmadığı konusunda bir takım ölçütler aramaya ve bilimi sorgulamaya götürmüştür. Bunun sonucunda bilim, felsefenin konularından biri olmuştur.

[Zaman içinde doğa bilimlerinin, özellikle de matematiksel fiziğin gösterdiği gelişmeler filozofları çok etkilemiştir. Felsefenin de, bu bilimlerin kullandığı yöntemi kullanması gerektiği düşüncesi yaygınlaşmıştır. 19. yüzyılda egemen olan pozitivizmin de etkisiyle, tek doğru bilginin bilimsel bilgi olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Bundan dolayı felsefenin de bilimsel kılınması gerektiği ileri sürülüyordu. Bu anlayışta felsefe artık bilimlerin eleştirisiyle, bilimlerin yöntem sorunlarıyla uğraşacak bir alan olarak görülüyordu. Böylece felsefenin alanı daraltılıyordu. Bilgi, bilimle; felsefe de bilim felsefesiyle özdeşleştiriliyordu. Felsefe yapmak; bilim üzerine düşünmek, bilim mantığı yapmak, bilimin kavramlarını aydınlatmakla bir sayılıyordu.]

1. Bilime Farklı Yaklaşımlar

Filozofların, bilime ilişkin farklı açıklama gayretleri başlıca iki grupta ele alınmaktadır. Bunlar: “Ürün olarak bilim” ve “Etkinlik olarak bilim”dir.

a. Ürün Olarak Bilim

Bu yaklaşım, bilimi ve bilimsel kuramı, bilim adamının yaratıcı etkinliğinin ve çalışmasının sonucunda ortaya çıkan bir ürün olarak görür. Ürün olarak görülen bilimin yapısını, dilini ve yöntemini açıklamaya çalışır. Bilimi, olmuş bitmiş çalışmalarıyla değerlendirir ve çalışmanın ürünlerine bakarak anlayabileceğimizi öne sürer. Başlıca temsilcileri Carnap ve Reichenbach’tır.

Bu anlayışa göre, bilime ait metinler sembolik mantığın diline çevrilir ve bu metinlerin mantığı ortaya konur. Ancak bu şekilde bir önerme, olgusal olarak doğrulanabilir bir hale getirilebilir. Böylece bilim adamının subjektif değerlendirmede bulunabileceği ölçütler ortadan kalkar.

Bu görüşe göre bilimin tüm anlamlı önermeleri aynı zamanda doğrulanabilir önermelerdir. Bilim felsefesinin amacı da doğrulanabilir önermelerden yola çıkarak yeni kuramlar oluşturmaktır. Böyle bir kuram ancak sembolik mantığın yardımıyla temellendirilebilir. Mantık kurallarıyla öne sürülen varsayımlar, deney ve gözlemle doğrulanırsa kuram geçerli, yanlışlanırsa geçersiz olur.

b. Etkinlik Olarak Bilim

Bilimi bir süreç ve bilim adamlarından oluşan bilimsel topluluğun etkinliği olarak değerlendirir. Temsilciliğini T. Kuhn’un yaptığı bu yaklaşım, bilimsel araştırma sürecine giren tüm öğeleri özellikle de bilim dışı tüm öğeleri hesaba katar.

“Bilim bir etkinlik, bir süreç midir?”

“Bilim adamlarının bilimde rolü nedir?”

gibi sorulardan hareket ederek onu meydana getiren topluluğun iç yapısını, inançlarını, ilişkilerini, başkalarının bakış açılarını, kısacası bilimin meydana geldiği kültür ortamını dikkate alır.

Kuhn’a göre bilim, belli bir alanda bilim adamları topluluğunun gerçekleştirmekte olduğu bir etkinliktir. Kuhn, bu görüşünün temeline “paradigma” öğretisini koyar. Ona göre paradigma, olguları açıklamaya yönelik, kanılardan, inançlardan ve değer yargılarından oluşmuş bir çerçevedir. Bilim adamının dış dünyaya bakışını belirleyen bir kuram olmaktadır. Newton’un mekaniği, Kopernik’in güneş merkezli sistemi birer paradigma olmaktadır. Bilim adamları bu paradigmaya göre alanlarındaki problemleri çözmeye başlarlar.

Ancak benimsenen paradigma, problemlere çözüm getirmede yetersiz kaldığında, olguları açıklama gücü oldukça yüksek başka paradigmalar onun yerine geçer. Böylece bilimde ilerleme, bir paradigmadan diğer paradigmaya geçişle gerçekleşir. Örneğin Batlamyus’un yer merkezli sistemi, evrendeki olguları açıklamada yetersiz kalınca, onun yerine Kopernik’in güneş merkezli sistemi yeni paradigma olarak ortaya çıkmıştır.

Ancak bir paradigmadan diğer paradigmaya geçişte, psikolojik, toplumsal pek çok bilim dışı faktörler işe karışır. Bu nedenle Kuhn’a göre bilimsel etkinlikler rasyonel bir faaliyet olmamaktadır.

Kuhn, bir paradigmanın yerine diğerinin geçişini bilimsel devrim olarak niteler. Eski paradigma içinde ortaya çıkan birtakım anomalilerin, yani alışılmışın dışındaki soruların cevaplandırılmasında giderek artan güçlüklerle karşılaşılması bilimsel devrime neden olur.

2. Bilim Felsefesinde Klasik Görüş ve Eleştirisi

a. Bilime Klasik Görüş Açısından Bakış

Bu görüş Auguste Comte’un pozitivizmiyle temsil edilir.

Klasik görüşe göre genel olarak bilimsel yöntem tek ve aynıdır.
Bilim bir doğru boyunca ilerler. Bu, bilimin birikimli olarak ilerlediğinin ifadesidir.
Bilim nesneldir; çünkü bilim bizim dışımızdaki nesnel dünyayı konu olarak alır. Bilim adamının tarafsız olması nesnelliğin temel dayanaklarındandır.
Bütün bilimler birbirleriyle bağlantılıdır. Temelde de birleşirler.
b. Klasik Görüşe Yapılan Eleştiriler

Bu eleştiriler, temelde Kuhn’un görüşleri olarak ortaya çıkmaktadır.

Bilimin nesnel olduğu doğru değildir. Çünkü bilim adamları ön yargılarla, inançlarla dünyaya bakarlar.
Bilim birikimli olarak ilerlemez. Bilimde kopukluklar, zikzaklar, hatta devrimler söz konusudur.
Bilimler temelde tek bir bilime indirgenemez. Gerçeğin farklı boyutlarını ancak farklı bilimler verebilir.
3. Bilimsel Yöntemin Özellikleri

Bilimsel yöntem, olguları betimleme ve açıklama amacıyla izlenen sistemli bilgi edinme yoludur. Bilimlerde yöntem, izlenecek alanın özelliklerine göre belirlenir.
Bilimsel yöntem, zihinsel etkinliği düzenleyen ve zihni hatalardan korumayı amaçlayan bir etkinliktir.
Bilimsel yöntemin başlıca aşamaları vardır. Bu aşamalar; olaylar hakkında gözlem yapılması, bu gözlemlerden hareketle varsayım oluşturulması, bu varsayımın sınanması, böylece bir yasaya veya genelleme olarak ifade edilen bir sonuca ulaşılması şeklindedir.
4. Bilimsel Açıklama ve Öndeyinin Özellikleri

Bilimsel açıklama “neden” sorusunun cevabıdır. “Ay ufuktayken neden tepede olduğundan daha büyük görünür?” sorusuna verilen cevap bir açıklama olacaktır.

Bilimsel öndeyi, bilimsel yasalara dayanılarak, henüz meydana gelmemiş olayları önceden kestirmek, tahmin etmektir. Güneş tutulmasının önceden kestirilmesi bilimsel öndeyiye bir örnektir. Bilimsel öndeyiler, olaylara ve olgulara ilişkin olarak önceden haber verir.

5. Bilimsel Kuramın Özellikleri

Kuram, bir takım ilkelerden, kurallardan yola çıkarak gerçekliği açıklamaya çalışan kavram çerçeveleridir. Darwin’in evrim kuramı gibi. Kuram, belli olgu türleriyle ilgili genellemeleri mantıksal bir düzene sokar.

Bilimsel kuramlar mantıksal bir sistemdir. Kendi içinde bir iç tutarlılığı vardır.
Bilimsel kuram felsefi bir dünya görüşünden farklıdır; çünkü kuram, belli bir olgu türüyle sınırlıdır. Ayrıca felsefi görüşün doğruluğu ya da yanlışlığından söz edilemezken, kuramın doğruluğundan ya da yanlışlığından söz edilebilir.
Kuramlar mutlak anlamda kesinleşmiş değildir. Zaman içinde değişiklikler içerebilirler.
6. Bilimin Değeri

a. Pratik Değeri

Hayatımızdaki faydalarını ifade eder. Rahatlık, konfor sağlama, acıları dindirme gibi. Bilimin pratik değeri daha çok teknolojiye bağlı ortaya çıkar. İnsan bu sayede doğal güçleri denetim altına almaya çalışır. Örnek olarak yıldırımlara karşı paratoner yapar. Bunun gibi, telefonun, uçağın icadı bilimin pratik değeriyle açıklanabilir.

b. Entellektüel Değeri

İnsanın bilme isteğini ve merakını tatmin eder. İnsanı kopyalama çalışmalarının temelinde bu merak yatmaktadır. Billim bu merakın tatmininde aracı olmaktadır.

c. Ahlaksal Değeri

İnsanlara kazandırdığı birtakım karakter özellikleri ve alışkanlıklar bilimin ahlaki değerini ortaya koymaktadır. Nesnel olabilmeyi, sorgulayıcı tavrı kazanmayı sağlar. Bu sayede insan geleneksel kanıların ve bilgilerin gerçeklerle test edilmesi gerektiğini öğrenir.

İnsana bu kadar faydasının yanında bilim, zararlı amaçlar için de kullanılabilir. Bu durumda insanın yaşamını kolaylaştırabilen bilim, yaşamı tehlikeye de sokabilmektedir. Örneğin atom bombası böyle bir tehlikeyi beraberinde getirmektedir. Ancak bu durumda zararlı sonuçlardan sorumlu olan bilim değil, onu üretenler ya da zararlı amaçlar için kullananlardır.
 

iscorpix

Kıdemli Üye
10 Eyl 2012
4,378
12
BİLGİ TÜRLERİ
A-GÜNDELİK BİLGİ
-Duyulara dayanır
-Tecrübeye dayanır
-Sayısız tekrar vardır
-Deneme yanılma yolu ile elde edilir
-Sayısız tekrar vardır
-Rastlantıya dayanan bir neden sonuç ilişkisi vardır
-Suje bilmeyi duyular ile gerçekleştirir
Kırmızı kiraz tatlıdır
Hava kapanırsa yağmur yağar
Yeşil elma ekşidir

SUJE OBJE BİLGİ
Duyular-
Tecrübe
Deneme Yanılma

B-DİNİ BİLGİ
-Vahye dayanır
-Kesin ve değişmezdir
-İnanca dayalıdır
-Tartışılmaz
-Kabul etme vardır
oruç tutmak sevaptırvb
GÜNAH SEVAP YARGILARI VERİR
suje-------------obje
vahiy-inanç
sujeden bağımsız / sujenin inancı

C-BİLİMSEL BİLGİ
-Yöntemi deney gözlemdir
-Gerçeklik dünyasına ilişkindir
-Sistemlidir
-Eleştiricidir
-Kanun aşamasında kesindir
-Akıl yürütme ve mantık ilkelerine uygundur
Seçicidir: Sınırları belli bir varlık alanını konu edinir ve bu sınırlar dışına kesinlikle çıkmazNİÇİN?
Kuşkucudur: Yalnızca bilim dışı açıklamaları değil bilim çevrelerinin yaptığı açıklamalara bile kuşku ile yaklaşırNİÇİN?
Eleştiricidir: Özellikle de var olan bilimsel açıklamalara eleştirel bir tavırla yaklaşırNİÇİN?
Nesneldir: Herkes için tek ve değişmezdir Kişiye gruba veya başka ölçülere göre değişmezNİÇİN?
Evrenseldir: Nesnel olduğu içindir ki evrenin her yerinde aynı şekilde geçerlidir
Genelleyicidir: Tek tek olgulardan hareket eder ama genellemelere, genel yargılara ulaşır Sınıflama yapar Benzer olayları diğerlerinden ayırırNİÇİN?
3 BİLİM TÜRÜ VARDIR
a-Formel bilimler:
-Gerçek obje yoktur
-D-g ye dayanmaz,kabullere dayanır
-Mantık ve matematik
-Bütün bilgi türlerinin yöntemidirler

Mantık ilkeleri özdeşlik,çelişmezlik,3 halin olmazlığı,yeter sebeptir

b-Doğa Bilimleri-Fizik-kimya vb
c-Sosyal Bilimler-Psikoloji-sosyoloji-tarih
--ALGILAMA
--GÖZLEM
--DENEY-GÖZLEM
-hipotez
-teori
-kanun

BİLİMİN AMACI YASALARA ULAŞMAKTIRYÖNTEMİ DENEY VE GÖZLEMDİRDOLAYISIYLA DENEY VE GÖZLEME KONU OLAMAYAN OBJELER BİLİMİN KONUSU OLAMAZ
--KONULARINI SINIFLANDIRARAK ELE ALIR(PARÇALAR)NİÇİN?
--KESİN SONUÇLAR ELDE ETMEYE ÇALIŞIR
Su NŞA da 100 derecede kaynar

D-SANAT BİLGİSİ
-Özneldir
-sezgiler içerir
-yaratma vardır
-güzellik kaygısı içerir

‘sınıftaki Atatürk portresi güzeldir
SUJE OBJE BİLME BİLGİ

SEZGİ/BEĞENİ PORTRE ESTETİK KAYGI GÜZEL-ÇİRKİN

E-TEKNİK BİLGİ:
-Yaşamı kolaylaştırmaya yönelik
-Araçları nasıl kullanılacağı bilgisi

a-Bilimsel temelliuyun kaldırma kuvveti
gemi
b-Günlük bilgi temelli:Tahta suda batmaz

1-bilgi türlerinin özelliklerini söyleyiniz

HER BİLGİ TÜRÜNDE SUJE OBJE İLİŞKİSİ FARKLI BİR ŞEKİLDE KURULURYANİ TEMELLENDİRMELER-YÖNTEMLER FARKLIDIRARALARINDAKİ EN ÖNEMLİ FARK BUDUR

FELSEFİ BİLGİ

ÖZELLİKLERİ:
1-Sistemlidir
2-Düzenlidir-Tutarlıdır
3-Ortaya konuşu öznel soru ve cevapları evrenseldir
4-Eleştiricidir
5-Mantık ve akıl yürütme ilkelerine uygundur
6-Yöntemi uslamadır
7-Filozofların düşünceleri yıkılamaz NİÇİN?
8-yığındır NİÇİN?
9-sonuç yoktur NİÇİN?
10-doğru yanlış yoktur NİÇİN?
11-ilerleme yokturNİÇİN?
12-konuları bütün olarak inceler NİÇİN?


FELSEFENİN KONULARI
1-Varlık(ontoloji):varlığın özü-ilkeleri
2-Bilgi(epistemoloji):Bilginin kaynağı-değeri
3-Sanat(estetik):Güzel-sanat-sanat eseri
4-Ahlak(etik):Ahlak yasası-kaynağı-eylemlerin amacı-ahlaki özgürlük
5-Din :Tanrının varlığı-evrenin yaradılışı
6-Siyasetevlet düzen-birey devlet-ideal düzen
7-Bilim:Bilim nedir?-bilimin değeri
8-Değer(aksiyoloji)Değer nesneye mi aittir yoksa değeri veren biz miyiz?
9)Dil-Anlam-Fizik vb

Bütün bu alanlar nasıl felsefenin konusu olur?
Felsefe bütün bu alanlarda bilim ve diğer bilgi türlerinin yapamadığını yaparUslama yolu ile temellendirmelerini yaparak bütün olarak ele alır ve sistemler kurar

FELSEFE-BİLİM
A-ORTAK YÖNLERİ
1-Mantık ve akıl yürütme ilkelerine uygundur
2-Eleştiricidir
3-sistemlidir
4-Düzenli ve tutarlıdır
5-Genel amaçları aynıdır(İNSANIN EVRENİ ANLAMA MERAKINI GİDERMEK)
B-FARKLI YÖNLERİ
1-Yöntemleri farklıdır(TEMEL FARK-TEMELLENDİRME FARKI)
uslama-d/g
2-Konuları ele alışları farklıdır
bütün-parçalayarak
3-Özel amaçları farklıdır
sistem yaratmak-doğruları bulmak(yasalar bulmak)
4-Sonuçları farklıdır(ilerleme)
Sonuç yoktur-kesin sonuçları vardır

‘Felsefe bütün bilimlerin anasıdır’ önermesi doğrumudur?
Varlık fel-varlık bil/fizik fel-fizik/bilim fel –bilim nasıl olur?

FELSEFE – DİN
A-ORTAK ÖZELLİKLERİ
1-İnsan yaş***** ilişkin sorular
2-Genel amaçları aynı
3-ilerleme yok
B-FARKLILIKLARI
1-Yöntemleri farklıdır
vahiy-uslama
2-Eleştirir
3-Doğru
4-Sonuç
Felsefe bilim din aynı amaca farklı yollardan ulaşan bilgi türleridir
Evreni anlama merakı

Uslama vahiy d-g

FELSEFE DİN BİLİM

Din felsefesi nasıl olur?Niçin?

FELSEFE-SANAT
A-ORTAK YÖNLERİ
1-Yaratıcılık
2-Anlık coşkular içerir
3-Ortaya konuşu özneldir
4-eleştiri
B-FARKLILIKLARI
1-Yöntemleri
öznel estetik kaygı-uslama-
2-Sonuçları
sonuç yok-sistem
güzeli arayış

Felsefi bilginin özellikleri anlatımla verildikten sonra belirtilen özellikler tartışılacak ve sorular yöneltilecek
Felsefe-din-bilimin aynı amaca farklı yollardan ulaşmaya çalışan bilgi türleri olduğu vurgulanacakBirlikte hareket etmelerinin önemi örneklerle gösterilip,birbirlerini engellemelerinin sonuçları gösterilecekBasit düzeyde laiklik ilkesine ulaşılacak



FELSEFE VE ****FİZİK
A-****FİZİK(Fizikötesi)Felsefenin ilk neden asıl varlık vb sorularını sorar

B-****FİZİĞİN TEMEL PROBLEMLERİ
1-Ontolojik Problemler(Varlıkla ilgili problemler)
-İdealizm
-Materyalizm
2-Kozmolojik Problemler(Evrenin yaradılışı ile ilgili problemler)
-Mekanist Görüş:Tüm evren nedensellik ilkesi ile mekanik olarak oluşur
-Teleolojik Görüş:Tüm evren bir amaca yönelik olarak meydana gelmiştir
-Teolojik Görüş:Evren ve olaylar Tanrı’ya dayanır
3-Ruhun Varlığı İle İlgili Problemler
-Ruh nedir?-Ruh var mıdır?-Ruh Beden ilişkisi vb sorularla ilgilenir

BİLGİ FELSEFESİ(EPİSTEMOLOJİ)
BİLGİ FELSEFESİ İKİ ANA KONUYLA UĞRAŞIR
1-Bilme
2-Bilgi
BİLGİ FELSEFESİNİN 4 SORUNU VARDIR
1-Bilme Etkinliği
2-Bilginin Ortaya Çıkışı
3-Doğrulama –Yanlışlama
4-Bilginin Doğrulanması-yanlışlanması
BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL KAVRAMLARI
1-Suje-Obje
2-Doğruluk
3-Gerçeklik
4-Temellendirme

BİLGİ SUJE OBJE İLİŞKİSİNİN ÜRÜNÜDÜRSUJE ,İLİŞKİ,OBJEDEN HER HANGİ BİRİ OLMAZ İSE BİLME GERÇEKLEŞMEZ VE BİLGİ ORTAYA ÇIKMAZ
DOĞRU YANLIŞ BİLGİ YARGILARIDIRBİLGİ YOK İSE DOĞRU YA DA YANLIŞ DENEMEZ
BU DURUMDA DOĞRU VE YA YANLIŞ DEMEK İÇİN YANİ BİR ÖNERMENİN DOĞRULUK DEĞERİNİ SÖYLEYEBİLMEK İÇİN BİLGİ ,BİLGİNİN OLUŞMASI İÇİN BİLME,BİLMENİN ORTAYA ÇIKMASI İÇİN SUJENİN OBJE İLE İLİŞKİ KURMASI ZORUNLULUKTUR

SORU-‘Şu an ki Fransa kralı keldir’ önermesinin doğruluğunu epistemolojik açıdan değerlendiriniz
CEVAP-Şu an da Fransa da krallık yokturDolayısıyla ilişki kurulabilecek bir obje yokturbu yüzden bilme gerçekleşmez dolayısıyla doğru ya da yanlış denemez

-‘Uçan at diye bir şey yoktur’ önermesinin doğrulunu epistemolojik açıdan değerlendiriniz
-Sınıfın kapısı beyazdır önermesinin doğruluğunu epistemolojik açıdan değerlendiriniz

BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL SORULARI
A-Bilginin değeri ile ilgili sorular
B-Doğru bilginin ölçütü ile ilgili sorular
-Uygunluk
-Tutarlılık
-Apaçıklık
-Tümel Uzlaşım
-Yarar
C-Bilginin kaynağı ile ilgili sorular
-Doğru bilginin kaynağı nedir?
BİLGİ FELSEFESİNİN TEMEL PROBLEMİ
DOĞRU BİLGİ MÜMKÜN MÜ?
a-Doğru bilgi imkansızdır(Sofistler,Septikler)
b-Doğru bilgi mümkündürO HALDE KAYNAĞI NEDİR?
-Rasyonalizm(Akılcılık)Doğru bilginin kaynağı akıldır
-Emprizm(Deneycilik)Doğru bilginin kaynağı deneydir
-Kritisizm(Eleştiricilik)Doğru bilginin kaynağı eleştiridir-akıl+deney
-Pozitivizm(Olguculuk)Doğru bilginin kaynağı olgulardır
-Mantıkçı Pozitivizm(Analitik Felsefe)
-Pragmatizm(Faydacılık)Doğru bilginin kaynağı faydadır
-Entüisyonizm(Sezgicilik)Doğru bilginin kaynağı sezgilerdir
-Fenomenoloji(Görüngübilim)Doğru bilginin kaynağı fenomenlerdir
 

Cold-Shadow

Kıdemli Üye
8 Şub 2015
3,423
1
26
Kulübümüz açıktır ancak ders notlarımız benim açtığım "Ödev" Forumundaki konulara yazılacaktır. Kopyala yapıştır hiç bişey istemiyorum. Neden istemiyorum? Çünkü yazarken de öğrenmenizi istiyorum ben öyle yapıyorum gerçekten faydasını göreceksiniz. Bu kulüp altında sorularınızı sorabilirsiniz.
Örn; Hangi bölümü tercih etmeliyim.

Örn2; x+y=10 ise x'in alabileceği değerler toplamı nedir?
cevap = 0 :D
 

harman1999

Katılımcı Üye
1 Eyl 2014
726
0
YGS-LYS OGRENCISIYM BU SENE 12 YİM VE TEMEL LISEYE GIDIYORUM GITMEME KARSIN HAYLA MATEMATIGIN YERLERDE SURUNUYOR CALISMA STILIM COK YANLIS BILIYORUM YARDIM EDICEK VARSA SEVINIRIM :) netten sureklı konu dınlıyorum fakat cok ıse yaramıyor :( lys ıcın bı nebze yarıyor ama ygs ye hıc yaramıyor grup'a benıde alırsanız sevınırım :)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst

Turkhackteam.org internet sitesi 5651 sayılı kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasının m) bendi ile aynı kanunun 5. maddesi kapsamında "Yer Sağlayıcı" konumundadır. İçerikler ön onay olmaksızın tamamen kullanıcılar tarafından oluşturulmaktadır. Turkhackteam.org; Yer sağlayıcı olarak, kullanıcılar tarafından oluşturulan içeriği ya da hukuka aykırı paylaşımı kontrol etmekle ya da araştırmakla yükümlü değildir. Türkhackteam saldırı timleri Türk sitelerine hiçbir zararlı faaliyette bulunmaz. Türkhackteam üyelerinin yaptığı bireysel hack faaliyetlerinden Türkhackteam sorumlu değildir. Sitelerinize Türkhackteam ismi kullanılarak hack faaliyetinde bulunulursa, site-sunucu erişim loglarından bu faaliyeti gerçekleştiren ip adresini tespit edip diğer kanıtlarla birlikte savcılığa suç duyurusunda bulununuz.